OKSİJEN, T24 HAFTA SONU

Kundera’dan Birkin’e: Aşk küçük rastlantılarda

Geçtiğimiz hafta hayata veda eden Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde bir olayın kendisini hazırlayan rastlantılar oranında önemli ve anlamlı olacağını anlatıyordu.
Gereklilikten doğan ve her gün tekrarlanan, zaten olmasını beklediğimiz olaylar Kundera’ya göre “dilsiz”dir.
Dili olan ve bize bir şeyler anlatan olaylar rastlantılardır.
O rastlantılara bir kahve falı bakar gibi bakarsak, ne söylediklerini anlayabiliriz.

Kundera bunları söyledikten sonra bir aşkı unutulmaz kılacak olan şeyin de binlerce küçük rastlantıdan oluşacağını söylüyor.
Romandan şu sözü not etmiştim:
“Bir aşk unutulmaz olacaksa eğer, küçük rastlantılar Assisi’li Francesco’nun omzuna konan minik kuşlar gibi hemen o an kanat çırpa çırpa gökten aşağı doğru süzülmelidir.”

Kundera’nın bir aşkı unutulmaz kılacak şeyler olarak tarif ettiği küçük rastlantılar olmasaydı, aslında aşk da olmazdı.
Olması gerektiği gibi gelişen, her gün kendini tekrarlayan ilişkilerden aşk değil, başka şey çıkar. Arkadaşlık, dostluk, formel bir evlilik gibi!
Aşk, tanımı gereği önceden tahmin edilemeyen bir süreçtir.
Kime, neden âşık olacağınıza önceden karar verip, o yolu izleyerek bir yere varamazsınız.
Böyle yaparak elbette bir “ilişki” kurabilirsiniz, ama buna aşk denmez.
Aşk, beklenmeyen durumlardan çıkar, engellenemez, öngörülemez.
Sliding Doors filmindeki gibi kapılar açılıp kapanıyor ama her açılan kapının ardında bir aşk da bizi beklemiyor.
Bir tesadüfle onu bulduysanız eğer, sıkıca sarılın ve bırakmayın sakın!

Geçen haftanın tatsız tesadüflerinden biri de Kundera’dan 5 gün sonra Jane Birkin’in ölmesiydi.

Birkin’in öldüğünü Bülent Korman’ın yolladığı bir mesajdan öğrendim.

Serge Gainsburg ile bir fotoğrafını yollamış, şöyle yazıyordu: “Aşk uyumlu beraberlik peşindeki konformist tabansızların işi değildir!”

 

Milan Kundera

 

Serge ile Jane… Tam da böyleydiler. Sizlere daha önce de bu aşktan söz etmiştim, hatırlarsınız belki.

“Bohem dünyanın kült aşkı” diye tanımlanan bu aşk, birbirlerini gerçekten delicesine seven ama bir türlü bir arada da yaşayamayan iki sevgilinin aşkının, hiçbir zaman bitmeyeceğini gösteren örneklerden biriydi.
Çevrenize bakarsanız, isimlerini pek kimselerin bilemeyeceği böyle daha nice âşık olduğunu da görürsünüz, buna eminim.

Ancak onların öykülerini bilmiyoruz.

Kimse tanımadığı için o unutulmaz öyküler, küçük bir çevrenin içinde kalıyor ve zaman içinde bilenlerle birlikte sonsuzluğa uğurlanıyor.

Jane Birkin ve Serge Gainsburg, ilk kez “Slogan”  isimli filmin setinde tanışmışlardı, aralarında 18 yaş fark vardı.
Jane, küçük bir İngiliz gonca gülüydü, Serge ise ayyaş bir Fransız!
Filmin yönetmeni Pierre Grimblat, iki baş rol oyuncusunun birbirleriyle kaynaşmasının film için iyi olacağını düşündüğünden onları bir akşam yemeğinde bir araya getirdi.
Serge, yemekte her zamanki gibi şarap şişelerini birbiri ardına devirdi, sigaranın birini yaktı, diğerini söndürdü, hiç ama hiç konuşmadı.
Jane, bu tuhaf adamın kendisinden hiç hoşlanmadığını düşünmüştü.
Havayı ısıtmak için dans etmeyi teklif etti, Serge istemeyerek de olsa dansa kalktı ama dans boyunca Birkin’in ayağına bilerek basmayı ihmal etmedi.
Yemeğin sonunda bir gece kulübüne, oradan da bir Rus müzikholüne gittiler. Votka su gibi akıyordu.
Sabah güneş doğarken Serge, Rus kemancıları kulübün önündeki kaldırıma dizmiş, Jane ile dans ediyordu.
Sonunda otele gittiler, Serge’in odasına çıktılar ve kolayca tahmin edebileceğiniz gibi Serge daha yatağa uzanır uzanmaz sızıp, kaldı.
Jane, odadan çıktı, yeni açılan plakçıdan sabaha karşı kaldırımda dans ettikleri şarkının plağını satın aldı, gidip sarhoşluktan sızmış Serge’in ayaklarının arasına sıkıştırdı, kendi oteline gitti.
Saatler sonra Serge ayıldı, plağı buldu, pikaba koyup, bir Gitanes yaktı, Jane’i aradı.
Eros oklarını fırlatmış, Serge’i de, Jane’i de tam kalplerinden vurmayı başarmıştı.
O günlerde Jane, James Bond film müziklerinin efsanevi bestecisi John Barry’den yeni boşanmıştı.

Serge ise Brigitte Bardot ile geçirdiği bir gecenin ruhunda açtığı yarayı henüz saramamıştı.
İlginç olan Serge Gainsburg gibi bir tipin, kadınlarla ilk karşılaşmasındaki beceriksizliğiydi.
Bardot, Gunter Sachs ile evliliğinden mutsuzdu ve peşinde dolanıp duran Serge’e bir şans vermeye karar vermişti.
İkisi bir akşam yemeğinde buluştular ve Serge yine şişelerce içki, paketlerce sigara içti, Bardot’nun yüzüne bile bakamadı, ağzından bir tek kelime söz çıkmadı.
Brigitte Bardot gibi kendisini “tanrıça” olarak gören bir kadın bu işe çok sinirlenmişti.

Sabah telefonla Serge’i uyandırmış, bir şans daha istiyorsa kendisi için dünyanın en iyi aşk şarkısını bestelemesi gerektiğini söylemişti.
Beste, ertesi gün hazırdı ama hafızalarımızda iz bırakması Bardot’ya değil, Jane’e nasip olacaktı: Je’taime moi non plus!

Bu şarkı, BBC’nin tarihi boyunca radyolarında ya da tv kanallarında çalınmasını yasakladığı 16 şarkıdan biri unvanını elinde bulunduruyor.

Şarkıyı dinlemek için şu linki tıklayabilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=k3Fa4lOQfbA

Dünyanın gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkıları içinde yerini kuşkusuz almış bir şarkı ama bundan da önemlisi belki de dünyanın en erotik şarkısıydı Je’taime.
Birkin hala bu iddiaları reddediyordu ama şarkının geri planındaki “erotik mırıltılar ve inlemelerin” çiftin yataklarının altındaki bir kayıt cihazı ile Serge tarafından kaydedildiği söyleniyordu.
Serge daha sonra şöyle anlatacaktı: “1969 erotik bir yıldı ve biz de öyle hatırlanmaya devam ediyoruz.”
Birbirlerine deli gibi aşıklardı ama aynı çatı altında uzun süre birlikte olamayacak kadar da kendilerine göre yaşamak peşindeydiler.
Öyle bir aşk ki Serge, Jane’in başka erkek bestecilerin şarkılarını söylemesine bile tahammül edemiyordu.
“Başka bir bestecinin şarkısını söyleyebilmem için bestecinin ya ölmüş ya da Amerikalı olması gerekiyordu” diye anlatmıştı Jane.
Bir kızları da olmuştu, Charlotte.
Birbirleriyle son konuşmaları 1991 yılında telefonda oldu.
Serge, Jane’i aramış ve şunu söylemişti:

“Sana kocaman bir pırlanta aldım. Sana aldığımı kaybetmiştin, artık bunu takarsın.”
“Off Serge” diye yanıtlamıştı Birkin, “içmeyi bırak artık.”
Bunu kime söylediğini gözünüzün önüne getirin, Serge, yıllar önce kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılmıştı ve taburcu olunca şu demeci vermişti:

“Ömrümü uzatmak için içki ve sigarayı arttıracağım.”
Birkin ile Gainsburg’un öyküsü, ölüm onları ayırdığında bitti.

Belki de şimdi olup olmadığını bile bilmediğimiz öteki dünyada yeniden başladı, kim bilir?

Aşka ömür biçenlere, süre verenlere takmayın kafayı.
Bazen öyle aşklar yaşanır ki bu bitmez, bitirmek istesen de bitirmek istese de!
İki özgür ruh gerekir bunun için, öncelikle!
Kendi varlığı konusunda ayak direyen, çekimine kapıldığı insanın ruhunun içinde eriyip yok olmayı reddeden iki kişi.
Böyle bir ilişkide her zaman söylenecek bir söz, verilecek bir öpücük vardır.
Ve o son söz söylenmeden, son öpücük verilmeden de aşk bitmez, bitirilemez.
————————-