Sosyal medyada hızla yayılan bir reklam filmi var; izlediniz mi diye sormaya gerek duymuyorum. İzlediğinize eminim.
Elbette bir akıllı telefona sahip olduğunuzu varsayıyorum; endişelenmeyin “çıkar telefonunu göster” diye sizi zorlamayacağım.
Bu film yurtdışında yayınlanmak üzere hazırlanmış.
Tarihin bu döneminde Türklerin kalbinin ucunda bir şeyleri titretmiş olmalı ki viral olmuş, neredeyse yağmur gibi üzerime yağıyor.
Şu ana kadar sayabildiğim kadarıyla altı ayrı Whatsapp grubundan ve beş farklı arkadaşımdan bu videoyu aldım.
Beni de içine dahil ettikleri bu Whatsapp grupları, kelimenin tam anlamıyla “beş benzemez” diye tanımlanabilir.
Toplumun her kesiminden insanları temsil ettiğini söyleyebilirim.
Biraz okuduğum okullardan, biraz mesleğim nedeniyle çok farklı insanla ahbaplık etme olanağı bulmuş olmamdan kaynaklanıyor bu durum.
Onun için bu grupların Türkiye geneline yakın bir ortalamayı oluşturduğunu söyleyebilirim.
Grupların üyeleri arasında geçmişte AKP’ye oy verdiğini bildiğim arkadaşlarım da var.
Film aslında basit bir sorunun yanıtını arıyor: O gün geldiğinde ne yapacaksın?
Herkesin meşrebine göre yanıtları var ama bana en çok dokunanının fondaki London Eye’ın önünde konuşan genç kadının “döneceğim” yanıtı olduğunu söyleyebilirim.
Neden böyle olduğunu da birazdan açıklayacağım.
Film, Cumhuriyet’in 100. yaş günü için hazırlanmış.
Yaşamdan kesitler sunan, kişisel tanıklıklar ile ilerleyen bir reklam filmi.
Amacına ulaştığını söyleyebilir miyim, emin değilim.
Emin değilim çünkü filmi izledikten sonra hemen en yakınlarına, üyesi oldukları gruplara yollayan kişiler, bu film ile cumhuriyetimizin 100. Yılı arasında bir ilişkiden daha çok 14 Mayıs günü yapılacak seçim ile bir ilişki kuruyorlar gibi geliyor bana.
Araştırmalara göre Türkiye’nin yarısından fazlasının heyecanla beklediği “o gün”!
“O gün”, 14 Mayıs 2023 tarihi olacak mı, bugünden bir şey söylemek zor elbette ancak topu taca atacak değilim: Bence de o gün, o gün!
AKP iktidarının, Fetullahçı çeteyle el ele vererek memleketi bir tür tımarhaneye çevirmesinden bu yana arada bir darbe girişimi, bir e – muhtıra, Gezi protestoları derken 15 yıla yakın zaman geçti.
Bu 15 yılın önemli bölümünde de ülkeye hâkim olan temel duyguyu “korku” olarak tanımlamak mümkün.
Herkes telefonlarının dinlendiğinden emindi, yöneticilerimize göre her taşın altında bir “hain” yatıyordu, halkımızın “bunlar” diye tanımlanan kesimi haddini bilecekti!
O günlerde komik şeyler de oluyordu. Mesela bir alacak verecek davasının taraflarından bir manav bile hâkimden telefon dinleme kayıtlarının açıklanmasını istemişti.
O tarihte bunu kimse yadırgamıyordu çünkü neredeyse her gün ortaya çıkarılan yeni bir ses ya da görüntü kaydı ile haberleşmenin kontrol altında olduğu fikri hepimizin kafasına sokulmuştu.
Halkımızın bir bölümü artık “öteki” olduğunun iyice farkına varsın diye bu yöndeki propaganda hiç durmadı.
Ve bunun doğal sonucu olarak ikiye bölünmüş, birbirinden hazzetmeyen, mutsuz, gergin, gelecekle ilgili karamsar duygulara sahip bir topluma dönüştük.
Ülkemizde yaşayan 100 kadından 70’i, 100 erkekten 56’sı kendisini “mutsuz” olarak tanımlıyor.
Kadınların bu oranda mutsuz olmalarında kendisini “mutlu” hisseden erkeklerin de rolünün olduğuna geçerken dikkatinizi çekmek isterim.
Öte yandan yaygın korku havasının yarattığı sonuçlardan birisi de kişisel olarak psikolojilerimizde bozulmalar yaratmasıydı.
Kötülüklere tanık olup da buna itiraz edemeden hatta bazen görmezden gelmeye çalışarak sessiz kalmak, ruhlarımızda derin yaralar açtı.
Birçok kişi için vicdani körelmeye kadar varan bir psikolojik yıkım bu.
Toplumun bir kesimi yaşam biçiminin ciddi olarak tehdit altında olduğu inancında.
“Muhafazakâr hassasiyetler” öne sürülerek sergilerden kaldırılan resimler, bir fotoğrafın altına şaka olsun diye “hayırlı kandiller” yazdığı için gözaltına alınan, işinden atılan genç insanlar, tarikatların baskısıyla yasaklanan festivaller, konserler, tiyatro oyunları ile tablo tamamlanıyor.
TÜİK’in açıkladığı verilere göre 2019 – 2020 ve 2021 yılları arasında 20 – 29 yaş aralığında 286 bin genç Türkiye’den yabancı ülkelere göç etti.
Daha büyük ve daha küçükleri de kattığınızda Türkiye’yi terk edenlerin sayısı 1 milyon 38 bin kişi.
Bunların önemli bölümü “o gün hiç gelmeyecek” endişesiyle ülkeyi terk ettiler.
Kızım da okudu, okudu, okudu ve şimdi Almanya’da çalışıyor.
Reklam filminde “o gün geldiğinde” sorusunu yanıtlayan genç kadının tek kelimelik “döneceğim” yanıtının içimi burkmasının nedeni biraz da bu.
Ve hepimiz biliyoruz ki içine girdiğimiz bu döngüden kurtulabilmenin tek yolu var: Seçim!
Toplumun belli bir kesiminde seçimi kazanıp, bu gidişe bir son verme özlemi o derece büyük ki bir reklam filminde “o gün geldiğinde ne yapacaksın” sorusunu duyduğumuzda, aklımız seçime gidiyor.
Aynı soruyu kendime de sordum tabii. “O gün geldiğinde” ne yapacaksın diye.
Öylece durup, derin bir nefes alacağım sanırım. Belki ince bir bardakta, buz ve su yardımıyla beyazlatılmış bir serinletici de yanında leblebisiyle bana eşlik eder.
Filmin sonunda denildiği gibi “birbirimize sarılıp yeniden başlarız”.
Biliyorum bizim gibi doğu toplumlarında “intikamcılık” kolayca bastırılacak bir duygu değil.
Geçmişin rövanşı peşine düşecek, o rövanşı arayacak çok sayıda insan olacağını bugünden söyleyebilirim.
Ancak unutmayalım ki rövanş duygusuyla atılan her adım, ileriye yönelik olarak kurulmuş bir tuzaktan başka bir şey değildir.
Sırayla birbirimizden rövanş alarak, bitmek bilmeyen bir rövanş duygusuyla mı yaşayacağız?
Ne kadar süreceğini asla bilemeyeceğimiz hayatlarımızı böyle mi geçireceğiz?
Kirkegaard, “Hayat sadece geriye doğru anlaşılır, ama ileriye doğru yaşanmak zorundadır” demişti.
Geriye bakalım, nelerin yanlış yapıldığını görelim ve önümüze bakalım.
“O gün geldiğinde” aklımda bu olacak: Önümüze bakalım!
——————————
