Mithat Can Özer, müzik çalışmalarını sürdürmek amacıyla Lizbon’a yerleşmeye karar verdiğinde yanında sevgilisi Alina Boz’un da olmasını istemiş.
Oğlan yakışıklı, kız güzel, birbirine son derece yakışan bir çift ve kim olsa zaten sevgilisi yanında olsun ister.
Ancak işler benim küçük dünyamda gelişmesini beklediğim gibi gelişmemiş.
Alina Boz da bir oyuncu ve haliyle kariyerini yönetmek için birlikte olduğu bir ekibi de var.
Gazeteci Müge Dağıstanlı’nın olay yerinden bildirdiğine göre onlar itiraz etmişler.
Yurtdışına gitmesinin kariyerini olumsuz etkileyeceği konusunda ayak diretmişler ve Alina Hanım da onların aklına uyup, 8 yıllık ilişkiye son noktayı koymuş.
Böylece açığa çıktıktan sonra da magazin basınından öğrendiğim deyimle Umut Evirgen ile “yeni bir aşka yelken açmış”!
Bu kadar hıza benim yetişebilmem mümkün değil ama günümüzde sanıyorum çok yadırganan bir durum değil.
Gerçi bizim toplumsal kültürümüzde ölen eşin arkasından 40 gün yas tutmak ve sonra yeni bir mutluluk arayışına girmek çok yadırganmaz ama ben ayrılıklarda melankoliye daha yatkınım.
Hayır, niyetim Alina Hanım’ı bu kararından dolayı eleştirmek değil.
Umut Bey kardeşimizde kızların hoşuna giden bir şeyler olmalı ki yine magazin basınından öğrendiğim kadarıyla “aşk listesi” çok kabarık.
Yanlış anlaşılmaktan Thot beni korusun ki “kabarık” diyerek olumsuz bir yargı ifade etmek istemiyorum, bu liste biz sıradan erkekler için “rüya takım” sayılabilir. Bir tür “Los Galaktikos” bile diyebiliriz.
Tuba Büyüküstün, Farah Zeynep Abdullah, Melisa Şenolsun, Seneray Sarıkaya, Demet Özdemir ilk akla gelenler.
Gazeteci Müge Dağıstanlı, bu listeyi verdikten sonra şunu da eklemek gereğini duymuş: “Yakınlaşıp, hemen ayrıldıklarını saymıyorum bile!”
Yani diyeceğim o ki Umut Bey’den hepimizin öğreneceği bir şeyler olmalı, dilerim ki günün birinde anılarını yazar, memleketin gençleri de bundan kendilerince sonuçlar çıkartabilirler.
Konumuzun bu olmadığını söylememe bilmiyorum gerek var mı, lafı uzatma becerim konusunda artık bir fikriniz olmuştur, konumuz Umut Bey’in sergüzeşti değil. Sadece laf bir an için oraya kadar uzandı, o kadar.
Size daha önce sözünü etmiş miydim bilmiyorum ama bu hafta sonu yazılarında ne yazacağımı önceden planlayamam.
Bilgisayarımı açtığımda çoğu kez ne yazacağımı da bilmem.
Lafı bir yerden açarım, bırakırım kendisi nereye istiyorsa oraya gitsin.
Mesela yaptığım bu girişi takiben yazı iki ayrı yöne doğru gidebilirdi.
Birincisi kariyer planlaması için aşk feda edilir mi konulu olabilirdi.
İkincisi ise “aşka yelken açmak” deyiminin bende çağrıştırdıkları üzerine bir yazı olurdu.
Ve doğrusunu isterseniz bu satıra gelene kadar da hangisi üzerine yazacağıma karar verememiştim.
Bu yukarıdaki cümlenin ortasına geldiğimde “aşka yelken açmak” üzerine yazmaya karar verdim. Kariyer uğruna aşk feda edilebilir mi konusunu bir kenara ayırdım, bir gün ona döneriz nasıl olsa. Çağımızda kariyerin ve paranın aşktan daha önemli olduğuna ilişkin inanç daha güçlü çünkü. Daha çok örnek çıkar karşımıza.
Geçtiğimiz hafta bir arkadaşımın yelkenlisiyle Ege’nin ortalarına kadar gittiğimiz bir seyahatteydim.
Öklid, iki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz bir çizgi olduğunu söyler, geometri ve matematik derslerinden hatırlıyor olmalısınız.
Hatırlamıyorsanız sizin için teşhisim şu: Test dönemi çocuğusunuz!
Rüzgârla hareket ediyorsanız iki nokta arasındaki en kısa mesafe dümdüz bir çizgi değildir.
O çizginin nerelerden geçeceğine, zikzakların mesafeyi ne kadar uzatacağına rüzgâr karar verir.
Şimdi burada ne kadar bilgili olduğumu sizlere göstermek için “tramola, kavança, orsalamak, kafayı açmak” gibi terimleri ardı ardına sıralayıp canınızı sıkmayacağım.
“Aşka yelken açmak” ile denizde yelken açmak arasında yakın bir ilişki olduğunu artık söyleyebilirim.
Aşk da tıpkı bir yelkenlinin denizde yol aldığı gibi ilerler. Zikzaklar kaçınılmazdır, bodoslama gitmeye çalışırsanız sonu hayırlı olmayabilir.
İlhan Şeşen’in yazdığı bir şarkı var: Rüzgâr.
Leman Sam’ın yorumu da Şeşen’in, Vasiliki Papageorgiou ile düet yaptığı yorumu da rüzgârın esintisini yüzünüzde hissetmenizi sağlıyor, bilmiyorum siz hangisini beğeneceksiniz.
İlk dinleyişinizde sevdiğiniz ve ikincisinde sözlerini farkında olmadan söyleyebildiğiniz şarkılar vardır ya bu da işte öyle bir şarkı.
İlhan Şeşen’e haksızlık yapmak istemem ama sanırım önce Leman Sam’dan dinlediğim için daha çok kadın sesine yakıştırdığım bir şarkı bu.
“Pencerenin perdesini havalandıran rüzgâr
Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr
Gir içeri usul usul beni bu dertten kurtar
Yabancısın buralara
Nerelerden geliyorsun
Otur dinlen baş ucumda
Belli ki çok yorulmuşsun
Bana esmeyi anlat
Esip, geçmeyi anlat.”
Hatırımda sözleri böyle kalmış. Üşenmeyip internetten de bakabilirdim ama aklımda kaldığı kadarı her zaman en iyisidir, en azından benim için!
Rüzgâr gibi insanlar tanıdım bu hayatta. Özellikle kadınlara daha çok yakıştırıyorum bunu.
Varlıklarıyla bir rüzgâr gibi esen, arkalarından bakakaldığım insanlar.
Fütursuz bir kendine güvenleri vardır ki insanlarda en çok sevdiğim özelliklerden birisi budur.
Kifayetsizliği örtmeye yarayan bir kibirle karıştırmayın bunu. Kibirli değillerdir. Sadece kendilerine o kadar güvenirler ki eser, geçerler.
Onları yakalamak için rüzgârla nasıl dans edilmesi gerektiğini bilmek gerekir.
Tıpkı rüzgâr gibi o insanları da bir kez yakalamayı başardığınızda taşıdıkları enerjinin size doğru akıp geldiğini hissedersiniz.
“Rüzgâr insanlarla” ilişki kurmak için de denizde rüzgârla kurduğunuza benzer bir ilişki kurmalısınız.
Rüzgârın size doğru esmesini beklememeniz gerekir, yelken rüzgâra göre açılır.
Hayattaki her şey aslına bakarsanız böyle ilerler, en çok da aşk!
Bunu başaramazsanız rüzgâr sizi önüne katar, canı nereye istiyorsa oraya sürükler.
Gerçi bunun da tadını çıkaranlar vardır.
Yelpazelenmenin, rüzgâr estirmek anlamına gelmediğini bilenler için tabii!
—————————-