Hollandalı “primatolog” (maymun bilimci de diyebiliriz) Frans de Waal, “Şempanze Siyaseti: Maymunlar arasında güç ve seks” isimli eserinde şöyle yazıyor:
“İnsanlar, konuşan primatlardır ama aslında davranış biçimleri şempanzelerinkinden çok da farklı değildir. Sözlü kavgalar, kışkırtıcı ya da etkileyici sözcük gösterileri, söz keserek itiraz ve şempanzelerin herhangi bir metin olmaksızın gerçekleştirdiği başka birçok sözlü eylem örneği insanın da yaptığı şeylerdir. İnsanlar sözler yerine eylemlere başvurduğunda benzerlik daha da büyüktür. Şempanzeler çığlık atar ve bağırır, kapıları çarpar, nesneleri fırlatır, yardım çağırır, sonrasında dostça bir dokunuş ya da kucaklaşmayla barışır.”
Bu satırları okuduğumda gözümün önünde bir meclis genel kurul salonu canlanmıştı.
Bizimki değil tabii, hayalimde dahi böyle bir riski göze alamazdım.
Malum bizim politikacılarımızın bünyeleri çok hassas.
“Vay sen şimdi bize şempanze mi demek istedin” diye ayağa fırlayıp, avukatlarını seferber edebilirler.
Hayır, gözümün önünde canlanan herhangi bir meclis. Hadi diyelim ki dünya yüzünde bu amaçla kurulan ilk meclis olsun. Antik Patara’daki Likya Birliği’nin meclisi yani! Zaten artık hepsi ölü, dava filan da açamazlar!
Yolunuz Kaş ya da Fethiye civarına düşerse görmeden dönmeyin derim, gerçekten etkileyici bir yer Patara antik şehri.
Hem zaten istesem de bizim meclisi gözümün önüne getiremezdim çünkü Frans de Waal’in yazdığı türden “dostça bir dokunuş ile kırgınlıkların geride bırakılıp, kucaklaşılarak barışılması” bizimkinin tabiatına pek uymuyor.
Alpay Özalan filan boşuna mı milletvekili yapıldı yani?
Lafı buraya getirmeyecektim esasında.
Geçenlerde NY Times’da Catherine Pearson’un bir makalesini okudum. Kendisi kadın – erkek ve aile ilişkileri üzerine uzmanlaşmış bir gazeteci.
Makalesi “mankeeping” üzerineydi. Türkçeye nasıl tam olarak çevrilebilir bilmiyorum.
“Erkeğe bakmak, erkeği idare etmek” gibi bir anlamı var.
Bizim buralarda da çok farklı olduğunu zannetmiyorum ama Amerikalı kadınlar, erkeklere bakmaktan usanmış durumdalar.
Türk kadınlarının, birlikte oldukları erkeklere bakmaktan ne kadar sıkılmış olabileceklerini sadece tahmin edebiliyorum.
Ne de olsa burası ABD değil; oralarda her konuda araştırma yapılabiliyor.
Bizde ise “sallamacılık” daha popüler bir iş kolu olduğu için buna gerek duyulmuyor.
Brooklyn’de sosyal hizmetler uzmanı olarak çalışan Justin Lioi, kendisine erkek danışanlarına ilk önce şu soruyu soruyormuş:
Hayatınızda olup bitenler hakkında kiminle konuşabilirsiniz?
Heteroseksüel erkekler, çoğunlukla kız arkadaşları ya da eşleri dışında kimseyle özel hayatları ile ilgili konuşamadıkları yanıtını veriyormuş.
Yani adamların hayat arkadaşları, durduk yerde gayrı resmi terapistlere dönüşüyor.
Gençliğimde kız arkadaşımdan “ben senin annen değilim” sözünü duymuşluğum var demek ki iş artık ilerledi, terapi de kadınların görevi haline geldi.
Bu kavramı ortaya atan Stanford Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışan Dr. Angelica Puzio Ferrara ve Dylan Vergara ikilisinin yazdıkları bir makale. Soyadlarının böylesine kafiyeli olması sadece bir mutlu tesadüften ibaret, onu da belirteyim.
Araştırmacıların Amerikan Psikoloji Derneği tarafından yayımlanan makaleleri bu durumun “cinsiyet eşitsizliğinin yapısal bir bileşeni” olduğunu savunuyor.
Birlikte oldukları erkeklerin ruh hallerini, streslerini ve sosyal ilişkilerini yönetmeye çalışan kadınlar, bir yandan da kendi ruh sağlıklarını korumak zorundalar ve üstelik bunu bedava yapıyorlar.
Kadınlar böyle bir ilişkide “duygusal kabızlık çözücü, yakın arkadaş, bedava terapist, sosyal sekreter ve duygusal iskele” gibi roller oynuyorlar.
Ben en çok bu “duygusal iskele” sözüne takıldım.
Kadınların “güvenli bir liman” arayışı içinde olduklarını söylemek, kadın – erkek ilişkilerindeki en eski klişelerden biri sanırım.
Demek ki artık erkekler de “duygusal bir iskele” arıyorlar. Yalnız “bağlanmak” için mi, iş bitince palamarı çözüp kolayca uzaklaşabilmek için mi, bilemedim.
Sorun erkeklerin “yakın arkadaşlık” ile ilgili tutumları.
Ferrara ve Vergara, ABD’de her beş erkekten biri yakın arkadaşının olmadığını tespit etmiş.
Hayli yüksek bir oran.
Bu rakam 2021 yılındaki araştırmada yüzde 15 olarak görünüyor. Sıkı durun, 1990’daki sonuç sadece yüzde 3.
Yani yıllar geçtikçe erkekler “yakın erkek arkadaş” bulmakta güçlük çekmeye başlıyorlar ve sonunda bundan tamamen vazgeçiyorlar.
1990’daki araştırmada genç erkeklerin yüzde 50’si kişisel bir sorunlarını yakın erkek arkadaşlarıyla paylaşabileceklerini söylerken, 30 yıl sonra bu beşte bire düşüyor!
Bunu okuyunca oturup saydım: Her şeyi konuşabileceğim yakın erkek arkadaşlarımın sayısı bir elin parmaklarına çok zorlarsam ulaşıyor. Telefon rehberimi didik didik etsem bile sayı beşi geçmiyor.
“Her şeyi konuşabileceğim” tanımını genişletip “birçok şeyi konuşabileceğim” arkadaşlarımı saydığımda ise sonuç fena değil.
Yakın arkadaşı olmayan erkek, hayatını paylaştığı kadını yakın arkadaşı gibi görüp, başlıyormuş anlatmaya!
Erkeklerin özel hayatlarıyla ilgili abartılı palavralar atma alışkanlıklarını da göz önüne alırsanız kadınların işlerinin hayli zor olduğunu söylemek mümkün.
Olay bununla da kalmıyor tabii.
Heteroseksüel kadınları duygusal bir çöküntüye sürükleyen bu durum “hayalet flörtlere” yol açıyormuş.
Yani kendisini sevgilisinin terapisti gibi görmeye başlayan kadın, hayalinde bir başkasıyla berabermiş gibi davranıyor!
Kanada Ottawa’da yaşayan çift terapisti Tracy Dalgleish, “gerçek şu ki, hiç kimse bir diğerinin tüm duygusal ihtiyaçlarını karşılayamaz” dedikten sonra ekliyor: “Erkeklerin de bu çıkışlara ihtiyacı var. Erkeklerin sosyal bağlantıya ihtiyacı var. Erkeklerin diğer erkeklerle birlikteyken zırhlarından soyunmaları gerekiyor.”
İşte en zor olan da işin bu kısmıymış.
Testosteron denilen o alçak hormon yok mu, hepsi onun başının altından çıkıyor.
O olmasa belki erkekler de kadınlar gibi yakın arkadaşlarıyla her şeyi konuşabilecekler.
Ama o hormon, sadece cinsellikle ilgili değil, saldırgan bir rekabetçilik ile de ilgili ve zayıf görünme endişesi yakın arkadaşlara bile açılmayı engelliyor.
———————————
