Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Ciddi bir değişime bir yıl daha yaklaşacağız

Ciddi bir değişime bir yıl daha yaklaşacağız

Yolculuğa çıkmanın esasen bir tek hedefi vardır: Eve dönmek!

Diderot da vaktiyle bir mektubunda şöyle yazmış: “Döndüğüm zaman mümkün olan en güzel yolculuğu yapmış olacağım.”

Yahya Kemal’in ünlü deyişi de Ankara’nın çirkinliğinden şikâyet etmekten çok eve dönüşün insanın içinde uyandıracağı güzel duygularla ilgili olmalı: Ankara’nın en iyi tarafı İstanbul’a dönüşüdür!
İlk gençlik yıllarımdan beri bir yerlere gitmek bende her zaman dayanılmaz bir arzu olmuştur.

Daha sonra şansım yaver gitti ve ‘yolculuk’ aynı zamanda işimin bir parçası oldu.
Bir yanda dünyada sadece özgür insanların yapabileceği gibi ‘amaçsızca’ gezinebiliyor, öte yandan da işimi yapabiliyorum.
Öte yandan ‘yolculuktan dönüş’ kısmı bende her zaman bir ‘yenilik’ beklentisine yol açıyor.
Çok küçükken aynı duyguyu tatillerde yatılı okuldan Antalya’ya dönerken hissederdim. Otobüs şehir merkezine doğru ilerlerken bazı şeylerin değişmiş olmasını beklerdim. Beklentim çoğunlukla gerçekleşmezdi ama Antalya çabuk gelişen bir kent olmalıydı ki arada bir, bir binanın yıkıldığını, eski portakal bahçesinin yerinde yeller estiğini, içinde inşaata başlandığını, bir yolun asfaltlandığını görür, bu değişimin beni mutlu ettiğini hissederdim.

Sanki neredeyse her taşını bildiğim bir kente gelmiyordum da yenilenmiş, değişmiş bir  yere geliyormuşum gibi.

Yıl dönümleri de böyledir. Takvimdeki 365 yaprak koparılıp, yenisi duvara asılırken o takvimle birlikte her şeyin değişeceğini ümit eder insan.

En azından ben böyle hissederim diyeyim de hissetmeyenlere ayıp olmasın.

Artık olgunlaştım sayılır, daha az hayal kuruyorum, anlatacak hikayelerimin sayısı da azalıyor.

Çünkü artık biliyorum ki nereye gidersem gideyim aynı ülkeye döneceğim, kaç 365 gün geçerse geçsin, rüzgardan başka geçen bir şey olmayacak.

Kimse kusuruma bakmasın ama cennet vatanımız bir tür Brezilya dizisi.

Hep aynı olaylar, aynı yüzler, aynı beklentiler, aynı dalavereler.

Seyretmeye kaç gün ara verirseniz verin yeniden başladığınız anda hiçbir şey kaçırmadığınızı hissediyorsunuz.

Arada otuz bölüm de izlememiş olsanız yeniden izlemeye başladığınızda konuya tamamıyla hâkim olduğunuzu fark ediyorsunuz.

Kötü bir senaryo yazarı, kötü bir yönetmen ve kötü oyuncular el ele vermiş ve hep aynı hikâyeyi anlatıyorlar sanki.

Biliyorum ki ‘o ses’ hiç susmuyor. Bulduğu her boşluktan sızmaya ve beynimizi kaynatmaya devam ediyor.

Her şeyi en iyi o biliyor, herkes ona ait, dinlemezseniz kafanızda boza pişirmeye hazır.

Hem birinci tekil şahıs, hem de birinci çoğul şahıs!

‘Hainleri Tespit ve Tayin Genel Müdürü’ Devlet Bahçeli’nin yüz ifadesi acaba ne zaman değişir? Değişebilir bir şey midir?

Kemal Kılıçdaroğlu günün birinde “içi kan ağlaya ağlaya yaptığı işleri” yapmaktan vaz geçer mi? Bir insan niye istemediği bir şeyi kabul eder?

Meral Akşener? Ahmet Davutoğlu? Ali Babacan? Abdullah Gül?

Ne tür bir olayda, hangi yüz ifadesini takınacaklarını bile biliyoruz artık!

Selahattin Demirtaş’a bulaşmadım, önce hapisten çıksın, hapisteki politikacı zaten hepimiz için utanç verici bir durum.

Böyle bir ülkeye ne zaman dönersen dön, kaç yıl geçerse geçsin hiçbir şey kaçmıyor aslında.

Evet, senaryo gereği konuşulan konu değişiyor gibi oluyor ama sonuç hep aynı.

Zaman zaman Türkiye’ye uğramadan bir beş yıl geçirsem yine de bir şey kaybetmeyeceğim duygusu uyanıyor hep içimde.
Ama yine de insan dönmeden edemiyor.

Sonunda karşılaşacağım şeyin hep aynı şey olacağını bildiğim halde dönerken heyecanlanıyorum: Acaba bu arada bir şeyler değişmiş olabilir mi diye.

Olabilir mi dersiniz? Yoksa bu beklenti Türkiye’nin tabiatına tamamen aykırı mı?

Arkadaşlarım bilir, karamsar bir insan sayılmam.

Her inişin, bir çıkışı vardır, buna inanırım.

Ama şu yaşıma geldim, hâlâ polise “gösteri yapan insanları dövmeyin, onları korumanız gerekiyor, göreviniz esasında budur” demekten içime baygınlıklar geliyor!

Hâlâ insanlar, farklı düşündükleri için hapse atılabiliyorlar.

Darbeler geçiyor, seçimler yapılıyor, ceza yasaları değişiyor ama hakimlerin muktedirin ağzına bakma alışkanlıkları hiç değişmiyor.

İşçiye, memura, köylüye bulunamayan para, işini yönetmeyi becerememiş iş adamlarına kolayca bulunabiliyor.

Niye memleketin en ücra köşesinde bile yörenin savcısı, hakimi, emniyet müdürü, jandarma komutanı, kaymakamı, valisinin en iyi dostları bölgenin zenginleri oluyor hep?

Niye bunların sendikacılarla, insan hakları savunucularıyla, gazetecilerle ahbaplık ettiklerini, yiyip, içtiklerini göremiyoruz?

Kamu yönetiminde böyle bir kural mı var?

Moralinizi bozmak istemem.

2020 boyunca da bu yıl ne konuştuysak, hangi dertleri yaşadıysak benzerlerini konuşup, yaşayacağız.

Bir tek iyi tarafı olacak 2020’nin: 2023 seçimlerine üç yıl kalacak!

2023’te oy kullanacak olanların yarısı 1990 ve sonrası yıllarda doğdular.

5 milyon yeni seçmen ilk kez oy kullanacak.

Araştırmalar gösteriyor ki biz ve öncemizdeki kuşaklara musallat olan hastalıklar yeni seçmenlerde olmayacak: Babanın partisi, dedenin siyasi görüşü önemini yitiriyor.

Çevre sorunlarına duyarlılık, kadın hakları artık insanların günlük meselesi haline geliyor.

Türkiye ciddi bir değişime doğru bir yıl daha yaklaşıyor, enseyi karartmayın!

—————————-