PIERRE Cardin Defilesi’ne yurtdışında olduğum için gitme olanağım olmadı.
Herkes için öyle midir, yoksa bu benim o yıllardaki “Ankaralı cehaletimden” mi kaynaklanıyor bilmiyorum, ama gençlik yıllarımda modacı denilince aklıma ilk önce onun adı gelirdi.
Bu nedenle defilesine gitmek ve kendisiyle tanışmak da istemiştim ama olmadı.
Döndükten sonra birikmiş gazetelerde defile ilgili haberleri okurken dikkatimi Hürriyet’teki bir ayrıntı çekti.
Defilenin yapıldığı Çırağan Sarayı’nda, defileyi izlemeye gelenler yararlansın diye odalardan biri “mescide” dönüştürülmüş.
Davetiyeye göre defile saat 19.30’da başlamış. Demek ki isteyen bir kişinin defileyi izledikten sonra hemen yakındaki Ortaköy’e gidip namazını kılabilmesi için yeterli vakit varmış. Defile biraz geciktiyse de kimsenin defilenin orta yerinde “namazım geldi” diye çıktığını zannetmiyorum.
Yatsı namazının vakti ise 22.41. Demek ki mescitten yatsı namazı için de yararlanmak mümkün değil.
O halde böyle bir davette bir odayı mescit yapmak ve davetlilere bunu kocaman bir tabelayla göstermek ne anlama geliyor?
Bu bana bir tür “dindarlık reklamı” gibi geldi ki ibadetin şahsiliği ilkesiyle hiç bağdaşmıyor.
Dinine bağlı olmak, ibadetini aksatmamak herkesin saygı duyması gereken bir davranış elbette. Ama bunu bir tür reklama dönüştürme çabasına da bir anlam veremiyorum.
Atatürk’ün köpeğine koyduğu isim
GAZETECİ İpek Çalışlar, uzun ve ciddi bir araştırma sürecinin ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın hayatını anlatan bir kitap yazdı.
Bugüne kadar bizlere anlatılan Latife Hanım ile İpek Çalışlar’ın araştırmasından sonra ortaya çıkan Latife Hanım arasındaki fark o kadar büyük ki insan kitabı okurken sanki bir macera romanı okuyormuş duygusuna kapılıyor.
“Latife Hanım”ı okurken daha önce duymadığım birçok ayrıntı hakkında da bilgi sahibi oldum.
Bunlardan bir tanesi beni gerçekten şaşırttı.
Latife Hanım Çankaya Köşkü’ne ilk ayak bastığında Atatürk’ün köpeği ile karşılaşır ve köpeğin adını sorar. Salih Bozok, köpeğin adını söyleyince de elleriyle ağzını kapatıp kıs kıs gülmeye başlar.
Köpek adını Yunan işgal ordularının başkomutanından almıştır: Trikopis!
O tarihte Trikopis, Atatürk’ün “düşmanı” idi. Bir insanın, köpeğine düşmanının adını koymuş olmasını yadırgadım.
Çünkü köpek seven herkes bilir ki, insanlar köpeklerine sevmedikleri birisinin ismini vermezler. Tam tersine köpeklerine derin bir sevgi ile bağlandıkları için ona en çok sevdiklerinin isimlerini bile verdikleri olur. Mesela Hıncal Uluç’un köpeğinin adı “Cimbom”du.
Bundan nasıl bir sonuç çıkarmalıyız bilmiyorum. Atatürk, aslında köpekleri sevmezdi de mecburiyetten mi bir köpek besliyordu, yoksa Trikopis, düşman bile olsa aslında saygı duyduğu birisi miydi?
Genel Başkan’ın ’iki dudağı’ partisi
AKP kurulurken geniş katılımlı bir parti olacağı, o güne kadar kurulmuş partilerden farklı olarak parti içi demokrasiye önem verileceği söyleniyordu.
Doğrusunu isterseniz, parlamenter demokratik sistemimiz için bunu çok olumlu bulmuştum.
Ancak aradan çok zaman geçmedi ve AKP de diğerlerine benzemeye başladı.
Önce parti tüzüğü değiştirildi, sonra il kongreleri başlayınca gördük ki AKP de bir “Genel Başkan’ın iki dudağı partisi”ne dönüşmüş.
Genel Başkan istediğini il başkanı yapıyor, istemediklerinin aday olmasını bile önlüyor.
En son olarak da Eskişehir’de Recep Tayyip Erdoğan’ın istememesine rağmen aday olup seçilen yönetim feshedildi.
Bugün parlamenter demokratik düzenimizin işleyişinden sık sık şikáyet edildiğine tanık oluyoruz.
Sistemin işlemediğinden, artık başkanlık sistemine geçilmesinin gereklerinden söz ediliyor.
Sistemin işlemesinin önündeki en büyük engelin, partilerin bir tür genel başkan diktatörlüğü ile yönetilmesi olduğunu görmek bile istemiyoruz.
Türk siyasetinin yeni yüzler üretemediğinden yakınıyoruz ama bunun en büyük nedeninin parti içi diktatörlük olduğunu hiç tartışmıyoruz.
Bu değişmediği sürece parlamenter demokratik sistemin bir ayağının kısa kalacağını unutuyoruz.
