CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül, Suudi Arabistan Kralı’ndan sonra Kuveyt Emiri’ni de havaalanında karşıladı.
Açıklamaya göre bunun nedeni, Gül’ün vaktinin dar, para ihtiyacının ise çok olmasıymış.
Gül, havaalanından kente giderken limuzinin içinde Kuveyt Emiri’ne, yatırımlarını Türkiye’ye yöneltmesini söylemiş.
Devlet büyüklerimizin ekonomik kalkınmamız için böyle gece-gündüz, yağmur-çamur, uzak yol-yakın yol, limuzinin içi-geminin dışı demeden para peşinde koşmaları gerçekten göz yaşartıcı bir tutum.
Ancak öyle görünüyor ki Araplar, bizim devlet büyüklerimizin Arapları sevdiği kadar bizi sevmiyorlar.
Arap sermayesi, Hıristiyan İngiltere ve Amerika’yı, hatta “kitapsız” Çin ve Hindistan’ı bizden daha çok yatırım yapmaya değer bulup, paralarını orada değerlendiriyor.
Hatırlayacaksınız, bu köşede daha önce eskiden bu tür ağırlama-protokol görevlerinde bulunmuş üst düzey bir mülki yöneticinin sözlerine yer vermiştim.
Arap liderlerin, gittikleri ülkede bol keseden hediye ve bahşiş dağıtma alışkanlıklarından söz ediyordu.
Almanya’da böyle bir skandal ortaya çıkmıştı. Türkiye’de de Jandarma, kendisine verilen bahşişi, sahibine kibarca iade etmişti.
Suudi Kralı’nın verdiği bahşişler ise o işle ilgili kişilerin arasında paylaştırıldı.
Bu gezide de benzer bir bahşiş ayıbı yaşanmasın lütfen.
Dedeleri işe hiç karıştırmayalım
AYSUN Kayacı’nın televizyon programında, “Benim oyum ile dağdaki çobanın oyu neden bir olsun” itirazını dile getirmesi, dün de işaret ettiğim gibi bizim ülkemiz için eğlenceli bir tartışma konusu yarattı.
Dünkü gazetelerde AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, Kayacı’ya “edepsiz” dediği haberi vardı.
Fırat, bu topraklarda çok tutulan hamasi bir nutuk da atıyor: “Bizim dedelerimizin şehit olmasıyla, vatan için canlarını vermesiyle bu topraklar üzerinde yaşama imkánına kavuştun!”
Tabii Fırat Bey’in, Aysun Hanım’ın dedesinin Kurtuluş Savaşı sırasında ne yaptığını bilebilmesine olanak yok. Yan gelip yattı mı, yoksa elde silah vatan savunmasına katıldı mı? Eğer düzenli ordunun içinde yer almadıysa bunu tespit edebilmek olanaksız.
Bildiğimiz bir şey var ama: İngiliz kışkırtmasıyla 1925’te Cumhuriyet’e karşı bir İslamcı-Kürtçü ayaklanması başlatan Şeyh Said, Fırat Bey’in dedesi oluyor.
Yani “dedelerimiz” meselesini kaşımak, Fırat Bey açısından pek hoş olmayabilir.
Öte yandan bu “benim oyum, kimin oyuna eşittir” sorusu da Fırat Bey için can sıkıcı olabilir.
Kendisi Adana milletvekili ve geçen seçimde o bölgede 916 bin 591 geçerli oy vardı. Adana’da bir milletvekili seçmek için 65 bin 470 oy gerekiyordu.
Fırat Bey, İzmir’de milletvekili seçilebilmek için 86 bin 996 oya ihtiyaç duyacaktı. İstanbul’dan girseydi 82 bin oy alması gerekiyordu.
Elbette Şırnak’tan da seçime girip 41 bin 74 oy ile seçilebilirdi. Ben Ağrı’yı önerirdim kendisine, orada 32 bin 734 oy, bir milletvekili seçti. Yani Türk demokrasisinde durum biraz karışık!
“Bir oy” her yerde “bir oy” etmeyebiliyor.
Ve küçücük bir kızcağıza bu kadar saldırmak, sadece onun mankenlik geçmişinden ve güzelliğinden dem vurarak “aptal sarışın” muamelesi yapmak, o kadar da doğru bir şey değil. Herkesin söz söyleme ve düşündüğünü açıklama hakkı yok mu?
Bize garip de gelse bir fikrini açıkladı diye bir insana “edepsiz” demek, demokrasi fikrinin neresine sığıyor?
Halkı manipüle etmek kolaydır!
AB yetkilileri değişik ağızlardan her gün AKP’nin kapatılmasının, Türkiye’nin AB sürecini tehlikeye sokacağından söz eden demeçler veriyorlar.
Bu süreç zaten bir süredir askıya alınmış gibi değil miydi?
Öte yandan AB sözcüleri, Avusturya’da benzer şekilde seçim kazandığı halde, ırkçı olduğu için AB baskısıyla hükümetten çekilmek zorunda kalan Heider’i unutmuş görünüyorlar. AKP’nin kapatılmasını ben de istemiyorum.
Açılmış bir dava var ve bu davaya bakacak yüksek yargıçların önyargılı olarak peşin bir hükümle davaya gireceklerine de inanmıyorum.
AKP medyasının ve “maiyette köşe yazarlarının” bunu pompalama nedenlerinin, ortada savunulması zor bir durum olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
Hasan Bülent Kahraman, Sabah’taki yazısında halkın kolayca darbecileri destekler hale getirebileceğine dikkat çekiyordu.
Kendisine sonuna kadar katılıyorum, bu mümkün Ama aynı gerekçeler tersi için de doğru olmalı.
“Halkın manipülasyonu karışık bir olgudur. Önce halkın duyarlılığı sezinlenir.” (Ki bu tabloda bu duyarlılık kısaca “dinini yaşamak” olarak tarif edilebilir.)
“Sonra popülist bir yaklaşımla o duyarlılık kullanılır ve halk bu yönde güdümlenir. Güdümleyiciler bir süre sonra halkla bütünleşmiş gibi görünerek onu yönlendirmeye başlar ve bu o yönlendiricilerin mutlak iktidarıyla sonuçlanır.”
AB’nin idrak etmekte zorlandığı şey bu işte! Görev AKP yöneticilerine düşüyor: Neden şeriat düzeni istemediklerini, eski düşüncelerinin nasıl değiştiğini anlatsınlar. Savunmalarında buna ağırlık versinler.
Bugün tedirgin olan insanların tek istediği, laiklik konusundaki endişelerinin giderilmesidir.
Bu da “Ben laik rejimi seviyorum” demekle olmaz. İcraat ve söylem bunu desteklemelidir.
