Mayıs ayında Türkiye’yi 5 yıl süreyle yönetecek TBMM’yi ve Cumhurbaşkanı’nı seçeceğiz.
Memleketimizde 1950 yılından beri seçimler hâkim gözetiminde yapılıyor.
Bu işin en tepesinde de Yüksek Seçim Kurulu var.
YSK, kararlarına bir başka mercide itiraz söz konusu değil. Kararları kesin.
YSK Başkanı Muharrem Akkaya’nın da aralarında olduğu beş YSK üyesinin görev süresi önceki gün doldu.
Beş yeni üyenin 2’si Danıştay tarafından seçildi.
Yargıtay’ın seçmesi gereken 3 üyeden biri seçildi, diğer ikisi benim bu yazıyı yazdığım saate kadar seçilebilmiş değildi.
Bunun nedeni AKP – MHP koalisyonu içindeki anlaşmazlık.
DW Türkçe’de Alican Uludağ’ın yazdığına göre seçimlerin kilitlenmesinin nedeni “muhafazakâr” ve “milliyetçi” yüksek yargıçların kendi aralarında anlaşamamış olmalarıymış.
Gördüğünüz gibi memleketimizin yüksek yargı organı olan Yargıtay üyeleri, kendi aralarında “muhafazakârlar, milliyetçiler, sosyal demokratlar” filan diye bölünmüşler.
Milliyetçiler de kendi aralarında ayrılıyorlar; İyi Partili, MHP’li diyerek.
Muhafazakârlar da elbette yekpare bir bütün değil; millî görüşçüler de var, İskenderpaşa Cemaati’nin Hak Yolcuları da AKP’liler de.
Bilmiyorum bu bir tek bana mı garip geliyor?
Yargıtay dediğimiz kurum, biz vatandaşların haklarımızı ararken ya da korumaya çalışırken mahkemelerden kaynaklanabilecek hatalı kararları düzeltecek kurum.
En üst temyiz mercii. Kararları, aynı zamanda mahkemelerin kanunları nasıl yorumlayacaklarına da ışık tutuyor.
Ve normal olarak böyle bir kurumda görev alan yargıçların, hukukun temel kural ve kavramlarını iyice özümsemiş, kanunlara ve hukuk doktrinindeki tartışmalara vâkıf, deyim yerindeyse “bilge hukukçular” olmalarını beklemeliyiz.
Ama görüyoruz ki kendi aralarında bile particilik, tarikat bağlılığı gibi üst düzey bir hukukçuya yakışmayacak bir bölünme içindeler.
Cumhurbaşkanlığı sistemi adı verilen ucube sistem yüzünden Yargıtay’a seçilen üyelerin partili kimlikleri de hukukçu kimliklerinin önüne geçti.
Ve şimdi bu şekilde seçilmiş bir YSK’dan, “seçimleri dürüst, eşit ve adil şekilde yönetmesini” bekleyeceğiz.
Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi “hukuk farklı bir şey. Ama bunun yanında guguk, o da farklı bir şey.”
Bu tabloya bakınca ne düşünürsünüz: YSK, seçimleri hukukla mı yönetir, guguk ile mi?
———————————
Dış politikamız, provokatörlerin elinde rehin mi?
İsveç’te ırkçı – faşist bir politikacının Kur’an – Kerim yakması üzerine Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında düzenlenen “üçlü mekanizma toplantısı”, Erdoğan yönetiminin talebi üzerine süresiz olarak iptal edildi.
İsveç’in böyle provokasyonlara nasıl izin verebildiği ayrı bir mesele.
Vatandaşı olmadığım için bu tür provokasyonların İsveç’e maliyetinin ne olabileceği beni ilgilendirmiyor.
Ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu tür provokasyonların etkisiyle dış politikada çizilecek zikzakların maliyeti hepimizi ilgilendirir.
Türkiye, bir NATO üyesi olarak, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olmasını hem kendi güvenliği açısından hem de içinde bulunduğu ittifakın güçlenmesi açısından yararlı buluyor mu, bulmuyor mu?
Doğru dış politika bu soruya verilecek yanıta göre belirlenir.
Türkiye için bu iki ülkenin üyeliği yararlı olacak ise üyelik desteklenir.
Türkiye, bu iki ülkenin üyeliğinin hem kendi güvenliği için hem ne NATO için anlamsız olduğunu düşünüyorsa, üyeliği desteklemez.
Bir yandan üyeliği destekler gibi davranmak ve diğer yandan bir provokasyonu gerekçe gösterip bu konuyu süresiz olarak gündeminden çıkarmak bir politika değildir.
Bu olsa olsa “rüzgârın önünde savrulmak” olarak isimlendirilebilir ki burada rüzgârı yaratan da sıradan bir faşist.
Türkiye, dış politikasını kendi kontrol edemeyeceği provokasyonlara mı teslim edecek?
Erdoğan’ın dış politikayı, iç politika için bir malzeme üretim merkezi gibi görmesinin sonuçlarını Mısır, Suriye, İsrail gibi olaylardaki tavrında gördük.
Mısır ve İsrail, uzun yıllar süren dış politikalarını bu yüzden değiştirdiler.
Eskiden Yunanistan ve Türkiye ile eşit mesafede durmaya gayret ederlerken şimdi Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile hareket ediyorlar.
Suriye iç savaşına ideolojik gözlüklerle benzin döktüğümüz için çok ama çok uzun yıllar çözülemeyecek bir mülteci sorumuz var.
O günlerde Erdoğan yönetimi sorunlara soğuk kanlı ve Türkiye’nin temel uzun vadeli çıkarları perspektifinden yaklaşabilseydi bugün dış politika sorunlarımızdan bir bölümü gündemimizde olmazdı.
Bir faşist, nefret suçu işleyerek Türkiye’nin dış politikasına yön verebildiğini gördüğüne göre, bundan sonra eline bir çakmak ve Kur’an – ı Kerim alan başka manyakların neler yapabileceğini düşünebiliyor musunuz?
İyi yöneticiler sap ile samanı birbirine karıştırmazlar.
Faşist provokatör, tek bir eylemiyle Türkiye’yi içinde üyesi olduğu ittifakta yalnızlaştırabildiğini gördüğüne göre kendini çok başarılı buluyor olmalı.
O başarılıysa, kim başarısız sayılabilir?
——————————-
Biraz da gülelim
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan:
“Sanat ve sanatçılarımız arasında ayrım yapmadan başarıyı desteklemenin peşindeyiz.”
———————————
