Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı İcra Komitesi’nin Filistin konulu toplantısının ardından sosyal medyada şu mesajı yazdı:
“Gazze’ye yönelik soykırım derecesine varan saldırının faillerini lanetliyorum. İnsan hak ve hürriyetleri konusunda mangalda kül bırakmayan batılı ülkeler, ateşe körükle gitmek dışında hiçbir adım atmadı.”
Erdoğan’ın “insan hak ve hürriyetleri” konusunda böyle hassas bir tavır sergilemesi, Türkiye’de yaşamıyor olsaydım gözlerimi yaşartabilirdi.
“Sonunda bugünleri de gördüm, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’nın da insan hak ve hürriyetleri konusunda hassasiyetleri varmış” diye!
Ama gözlerim yaşarmadı, kusura bakmasın.
Çünkü böyle bir hassasiyeti olmadığını, talimatlar sonucunda uydurulmuş suçlarla hapishaneleri doldurulmuş bir ülkeyi yönetmesinden biliyoruz.
İşi bu tür ihlalleri gözetmek ve ortadan kaldırmak olan AİHM’nin kararlarını ciddiye almadığından, uygulamamak için her şeyi yaptığından da haberimiz var.
Sonuç olarak bu ülkede yaşıyoruz ve temel insan haklarının ihlal edildiğine her gün tanıklık ediyoruz.
Hangi birini sayayım, bilemiyorum: Düşünceleri yüzünden hapiste olanları mı, siyaset yaptıkları için hapisten hiç çıkamama tehlikesi ile karşı karşıya olanları mı, işkence mağdurlarını mı, her hafta polisten dayak yiyen Cumartesi Annelerini mi, suçlu olduklarına ilişkin aleyhlerinde tek bir mahkeme kararı bile yokken KHK’lar ile ömür boyu açlığa ve işsizliğe mahkûm edilenleri mi?
Mağdurların isimlerini tek tek yazmaya kalksam bilgisayarımın tuşları, üzerlerine bu kadar çok basılmasına ne kadar dayanır, kestiremiyorum bile.
Gözlerimin bir türlü yaşaramıyor olmasının bir nedeni bu.
İkinci neden Cumhurbaşkanı’nın kurduğu cümlenin aslında bilinç altını yansıtıyor olması.
Kurduğu cümledeki “insan hak ve hürriyetleri konusunda mangalda kül bırakmayan batılı ülkeler” ifadesi, insan hakları hassasiyeti olan birinin değil, böyle hassasiyetlere sahip olmadığı için eleştirilen bir insanın tepkisini yansıtıyor çünkü.
“Bana insan hakları konusunda kızıyorsunuz ama kızmayın, aslında aynıyız” demek istiyor.
Çünkü için için biliyor ki insan hakları bahsi açıldığında, kafasını çevirip, ıslık çalmayı tercih ediyor.
Bu kavramın sık sık hatırlatılması ile de başı hoş değil.
Onun için de kurduğu bu cümle, sanal alemde hoş bir seda olarak yankılanıyor belki ama kuşku duymasın ki yönettiği ülkenin hakimleri, savcıları, polisleri, jandarmaları tarafından bile ciddiye alınmıyor.
Zaten İslam coğrafyasında hüküm sürmekte olan kralların, diktatörlerin, seçimle işbaşına gelen popülist liderleri de hepsi bir araya gelse bu konuda dünyayı ayağa kaldıramıyorlar.
Kendi halkları için çok gördükleri insan haklarını, Filistinliler için istediklerinde ciddiye alınmıyorlar, hepsi bu.
————————————-
Adalete güveni kim zedeler?
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, “yargıyı töhmet altında bırakacak ve adalete güveni zedeleyecek açıklamalar yapılmaması” için herkesi uyardı.
Bu sözlerini Gökçer Tahincioğlu’nun dün T24’te yayımlanan yazısında okudum; daha önce dikkatimden kaçmış.
Bakan, İstanbul Anadolu Adliyesi’nde yaşanan hukuksuzluklar ve skandallar ile ilgili ihbar mektubunun HSK tarafından incelendiğini açıkladığı basın toplantısında tam olarak şunu söylüyor:
“Bununla birlikte; söz konusu ihbar dilekçesi ile gündeme getirilen bazı iddialarla ilgili olarak genelleme yapıp adaletin tecellisi için fedakârca çalışan yargı teşkilatımızın tüm mensuplarını töhmet altında bırakacak ve adalete güveni zedeleyecek açıklamalar ve yorumlardan kaçınmak gerekir.”
Bakan’ın sözlerine katılıyorum, bunu baştan belirteyim.
Adalete olan güvenin zedelenmesi, bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir.
Bazı karaktersiz kişilerin yaptıkları da elbette bütün bir adalet camiasına mal edilemez, suç kişiseldir.
Bazı yargıç ve savcıları şahsen tanıyorum, kimileriyle sanık – savcı – yargıç olarak karşı karşıya geldik. Bizim meslekte ve bizim ülkemizde bu tür “tanışmalar” kaçınılmaz. Az sayıda da olsa hâkim ve savcı tanıdıklarım da var. Biliyorum ki hepsi önemli fedakarlıklar yaparak mesleklerinin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorlar.
Ama tam da burada duralım ve Bakan Bey’in sözlerine dönelim.
“Adalete olan güveni korumak”, biz sıradan vatandaşların işi midir? Bizler susup oturursak, adalete güven korunabilir mi?
Ne yazık ki bu soruların yanıtları olumsuz.
Biz sıradan vatandaşlar, oturduğumuz yerde gözlerimizi kapatsak, çenemizi tutsak bile adalete olan güveni koruyamayız.
Adalete güveni, önce adaleti yerine getirmekle görevli olanlar korumalıdır.
Yani bu görev hâkim ve savcılara düşer!
Bunu da yargılamalar sırasındaki tutumları ve kararlarıyla yerine getirebilirler.
Yetersiz soruşturmalarla insanlar mahkûm ediliyorsa, savcılar sanıkların aleyhine olduğu kadar lehine olan delilleri de iddianamesine koymuyorsa, biz sıradan vatandaşlar ne yaparsak yapalım, adalete olan güven sarsılır.
Hakimler, siyasetin baskılarına direnmeyip, kendilerinden istenen kararları veriyorlarsa, kusura bakmasınlar ama adalete güvenemeyiz.
“Hâkimlerin de çoluk çocukları var, sürülebilirler, terfileri engellenir, meslekten atılabilirler” deniliyor. Ben de şunu söylüyorum: Bunları göze alamayan birisi yargıçlık yapmamalıdır. Elinde altın gibi avukatlık mesleği var, kürsüden inmek bu kadar zor olmamalı.
Bakan Bey, kendi başkanı olduğu Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nu da bu konuda uyarsaydı, daha doğru olurdu.
Eğer siyasetin hoşuna gitmeyen bir karar veren hâkim, daha kararın mürekkebi kurumadan oradan buraya tayin ediliyorsa, adalete güven kalmaz.
Adalete güveni sağlayacak olan kurum, HSK’dır. HSK, adaleti değil, siyaseti gözetirse, kusura bakmasınlar ama kimse adalete güven duyamaz.
Rüşvet yiyen üç – beş yargıç, savcı dünyanın her yerinde vardır; insan ahlaken bozulmaya eğilimli bir varlık. Aklı çelinebilir.
Ama burada üç beş hâkimden değil, bütün bir sistemden söz ediyoruz. Sistem güven vermelidir ki üç beş ahlaksızın yaptıkları belirleyici olmasın.
——————————–
