t24.com.tr

İlk taşı bu işi hiç yapmayan atsın

Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adaylığını önleme iddianamesinde dikkatimi çeken konu, “rüşvet” meselesi.

Devletin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı’nın 12 Kasım günü geçtiği haberlerden biri “İmamoğlu çıkar amaçlı suç örgütü iddianamesinde iş adamlarından rüşvet istendiği iddiası” başlığını taşıyor.

Gülaylar Grubu, 2018 yılında Ataşehir’de bir arazi satın almış ve Mehmet İlhan Gülay isimli kişi belediyeden bu arsa için yeni bir imar planı uygulanmasını istemiş.

İddianameye göre İmamoğlu, bu iş karşılığında 22 milyon dolar rüşvet istemesi için Yakup Öner’i görevlendirmiş.

İddianameden aktarıyorum:

“Örgüt elebaşı Ekrem İmamoğlu, mülk sahibi Mehmet İlhan Gülay’ın önemli bir iş insanı olması ve başvuruya konu arazinin değerli bir alan olması sebebiyle, şüpheli Yakup Öner’i müştekiden 22 milyon dolar rüşvet talep etmesi için görevlendirmiştir. Şüpheli Yakup Öner’in müşteki Gülay’a, örgüt elebaşı Ekrem İmamoğlu tarafından arazinin imar planında değişiklik ve arsa sahibine düşen payda artırım yapılması karşılığında yaklaşık maliyeti 22 milyon dolar olan otopark inşasının finansmanını üstlenmesi istenerek, rüşvet talebinde bulunulmuştur.”

Tuhaflık hemen dikkatinizi çekmiş olmalı.

İstenen şey, iş adamının talep ettiği imar değişikliğine karşılık bir otopark inşa etmesi.

Yani İmamoğlu’nun ya da herhangi bir belediye görevlisinin cebine giren bir para yok.

Belediye tarafından inşa edilecek bir otoparkın finansmanının sağlanması talebi bu.

İddianameye göre Gülay Bey bunu kabul etmemiş.

Bunun üzerine imar değişikliği için arazinin bir bölümünün kullanımının Belediye’ye bırakılması istenmiş.

Gülay Bey bunu kabul etmiş ve söz konusu arazinin bir bölümü için Belediye lehine intifa hakkı verilmiş.

Burada da belediye başkanının ya da bir belediye görevlisinin kendilerine sağladıkları bir çıkardan söz edebilmek mümkün değil.

Savcılık böylece İmamoğlu ve arkadaşlarının “irtikap suçu” işlediğini iddia ediyor.

Savcı “rüşvet” suçlamasıyla yola çıkıyor ve ikinci paragrafın sonunda fikir değiştirip, bunun “irtikap” suçu olduğuna karar veriyor.

“İrtikap” suçu TCK’nın 250. Maddesinde düzenlenmiş. Okuyalım:

“Görevinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak suretiyle kendisine veya başkasına yarar sağlanmasına veya bu yolda vaatte bulunulmasına bir kimseyi icbar eden (zorlayan) kamu görevlisi, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Kamu görevlisinin haksız tutum ve davranışları karşısında, kişinin haklı bir işinin gereği gibi, hiç veya en azından vaktinde görülmeyeceği endişesiyle, kendisini mecbur hissederek, kamu görevlisine veya yönlendireceği kişiye menfaat temin etmiş olması halinde, icbarın varlığı kabul edilir.

(2) Görevinin sağladığı güveni kötüye kullanmak suretiyle gerçekleştirdiği hileli davranışlarla, kendisine veya başkasına yarar sağlanmasına veya bu yolda vaatte bulunulmasına bir kimseyi ikna eden kamu görevlisi, üç yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Okuma yazması olan herkesin kolayca anlayabileceği gibi suçun oluşması için “kendisine veya başkasına yarar sağlanmış olması” gerekiyor.

İddianamede ise “çıkarın” kişilerin şahsına değil, bir kamu tüzel kişiliği olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne sağlandığı açıkça yazılmış.

Bunun “irtikap” suçu oluşturduğunu iddia etmek aşırı zorlama bir yorum.

Sorunun temeli belediye faaliyetlerinin finansmanı ile ilgili.

Ve şunu da bilelim ki Türkiye’de belediyelerin tümü, bazı faaliyetlerini böyle finanse edebiliyorlar.

Şimdiki Cumhurbaşkanı’nın Belediye Başkanlığı zamanında da Belediye’nin bazı faaliyetleri böyle finanse edildi.

Hatta “bu işin mucidi o tarihteki Refah’lı belediyelerdir” bile diyebiliriz.

Merkezi idarenin, kamu kaynaklarını, iktidar partisinden belediyelere yönelttikleri, diğerlerinin işlerini yürütebilmek için bu yolu kullandıkları herkesin bildiği bir şey.

Yaratılan imar rantları vergilendirilmeyince, böyle dolambaçlı yollar ile belediyelere kaynak yaratılıyor.

Günümüzde de Türkiye’nin bir ucundan diğerine, parti ayrımı gözetmeksizin belediyeler bazı işlerini bu yöntemle yapabiliyorlar.

Bir adım daha atalım; bugün bir bölümü önemli makamlarda bulunan kişilerin ya da yakınlarının kurup yönettiği vakıflar da faaliyetlerinin önemli bölümünü bu şekilde sağlanan kaynaklarla yapabiliyor.

Bazı iş adamlarının büyük kamu ihalelerini aldıktan sonra falanca ya da filanca vakfa hatırı sayılır bağışlar yapmak zorunda oldukları herkesin bildiği ama üzerinde çok durmadığı bir konu.

Artık bu konu “irtikap suçu” çerçevesinde yargılanabileceğine göre yakında hapishaneler her partiden belediyeciler tarafından doldurulacak demektir.

Öyle olmayacak da sadece CHP’li belediyeciler yargılanacaksa o zaman kusura bakmayın ama bu davalarınızın hepsi “siyasi dava” demektir.

Şunu da vurgulamak isterim ki bu yöntemin doğru bir yöntem olduğunu savunmuyorum.

Belediye faaliyetlerinin belediye bütçelerinden finanse edilebilmesi gerekir ve bunun için de belediye gelirlerinin merkezi idarenin keyfine bırakılmaması da şarttır.

Kamu İktisadi Kuruluşları tek tek tasfiye edilip özelleştirilirken her belediyenin şirketler kurarak holdinglere dönüşmesi büyük ölçüde AKP belediyecilik anlayışının bir eseri.

23 yıldır tek başına iktidarda olan bir partinin bu konuyu bugüne kadar hiç gündemine almamış olmasının nedeni de bu.

CHP’li belediyelerin kendilerinden önce icat edilmiş bir sistemi işletmeye devam etmesi ise ayrı bir mesele.

İncil’de geçen bir öyküyü hemen herkes bilir ama yine de tekrar anlatayım.

Zina yaparken yakalanan bir kadın Hz. İsa’nın huzuruna getirilir ve taşlanarak öldürülmesi talep edilir. Hz. İsa bunun üzerine şöyle der: “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!”

Kadın böylece taşlanarak öldürülmekten kurtulur.

Aynı şeyi söyleyeceğim: İmamoğlu’na ilk taşı bu işi hiç yapmayan bir belediyeci atsın; eskiler de dahil!

——————————–