İşlerin böyle gelişeceğini aslına bakarsanız biliyordum.
Daha da aslına bakarsanız ben bilmiyordum, Sözcü’nün astroloğu Seyran Ataklı biliyordu, gazetesinde yazdı ve ben de öyle öğrendim.
Sizi daha önce uyarmalıydım aslında ama kusura bakmayın, araya başka yazılar girdi: 12 Ağustos günü sabah 4.35’te Kova dolunayı yaşandı. Ama merak etmeyin, bu bilgiler ayın 27’sine kadar geçerliliğini koruyacakmış, tedbirinizi ona göre alırsınız artık.
Satürn kavuşumlu, Uranüs karesiyle kısıtlayıcı, biraz da depresif etkilerle, Kova dolunayındaki tutulma etkisi yoğun ve yüzleştirici olarak yaşandı!
“İyi de hemşerim, ne oldu, sen hele onu anlat” dediğinizi duyar gibiyim.
Olanlar oldu, duygusal fırtınalar koptu!
Ve bu fırtına gidip Totti’yi vurdu! Neden olduğunu az sonra açıklayacağım.
“Fırtınalar koparsa kopsun, sürüklesin ikimizi” şarkısındaki gibi.
Biliyorsunuz bu şarkı, demokrasinin olmadığı eski Türkiye’de popüler olmuştu.
“Bir dost gibi davran bana / Herkes bizi öyle bilsin / Bugün burada bütün olanlar / Saklı, gizli sürüp gitsin / Fırtınalar koparsa kopsun / Sürüklesin ikimizi…”
İleri demokrasi ülkesi Yeni Türkiye’de bu şarkıyı televizyonlarda filan dinleyemezsiniz. Neden derseniz, “geleneksel Türk aile yapısına aykırı” bir durumu yüceltiyor efendim!
Buna RTÜK de kızar, İlim Yayma Cemiyeti de Burhaniye Kaymakamı da!
“Müge Anlı’da izlediklerimiz uzayda mı yaşanıyor” diye sormayın lütfen, bu sayfaya politika sokmuyoruz.
Kova dolunayının bizlere bir oyun oynayacağını biliyordum ama belli ki İtalyan futbolcu Totti’nin eşinin bu durumdan haberi yokmuş.
Totti, oynadığı Roma kulübü taraftarları için olduğu kadar benim için de efsanedir, iki haneli milyonluk transfer tekliflerini forma sevdasına elinin tersiyle itebildiği için.
Günümüz endüstriyel futbolunu, hala seyredilir ve heyecanlı kılan unsurlardan biri de kulübüne böyle bağlı futbolculardır ki bizde de örnekleri eski Türkiye’de kaldı.
Totti, 20 yıllık eşinden ayrıldı çünkü eşinin telefonundaki mesajlardan ve fotoğraflardan jimnastik hocasıyla “özel bir yakınlık” geliştirdiğini öğrendi.
Bu telefon karıştırma işini aklım almaz pek, başkasının mektubunu okumak gibi geliyor bana ama günümüzde eşlerin birbirlerinin telefonlarını karıştırmaları belli ki yaygın ve sıradan bir durum.
Totti’nin eski eşi hakkında kötü konuşmadığına da dikkatiniz çekeyim.
Böyle olaylardan kaynaklanan boşanmalar kirli çamaşırların ortalığa saçılmasına sıkça neden olabiliyor. Bunu yapanlar ile yapmayanlar arasında ciddi bir aile terbiyesi farkı vardır.
Beynimizle ilgili bilimsel çalışmalardan öğrendik ki insan beyninin hatırı sayılır derecede önemli bir bölümü otomatik olarak çalışıyor. Bilinçli olarak o yarıyı kontrol edebilmemiz mümkün olmuyor.
Gürültülü bir mahalleye ilk taşıdığımızda kendimizi ne kadar zorlasak da uyumamız kolayca mümkün olmaz.
Ancak o evde, o gürültünün içinde yaşamaya alıştığımızda dışarıdan gelen sesler giderek kaybolur ve bir süre sonra onları hiç duymayız.
Sesler oradadır aslında, kulağımızın içinde yankılanır ama beynimiz artık o seslere özel bir dikkat atfetmez.
Çünkü o gürültüye alışırız.
Beynimiz, alıştığımız her türlü uyarıyı eler. Bilinçli dikkatimiz, daha çok yeni olana yöneliktir.
Ve bu yüzden de yeni olana karşı muazzam bir çekim duyarız.
Yeni olanı aramaya, çevremizde varlığına alıştığımız şeylere dikkat etmeyi bırakmaya meyilliyiz.
Bilincimizin içinde “eski” olarak kategorize ettiğimiz şeyler bizim için sıradanlaşır.
Mesela ağır fiziksel acılara maruz kalmış insanların ağrı eşikleri yükselir.
“Haz” da böyledir.
Buna “hedonik adaptasyon” adı veriliyor. Bunun için aldığımız hazzın uç sınırlarda olması gerekmiyor üstelik.
Günlük yaşantımızda hissedeceğimiz sıradan hazlar için de böyle bir hedonik adaptasyon geçiriyoruz.
Küçüklüğünden beri istediği her şey satın alınan bir çocuğun, artık yeni hiçbir oyuncak için heyecanlanmaması gibi!
Boğaz manzaralı bir eve taşınınca her gün manzarayı seyretmek isteyen birisinin, bir süre sonra kafasını çevirip manzaraya bakmaması gibi ya da!
Ve hanımlar, beyler üzülerek bunu söylemek zorundayım ki kişisel – romantik ilişkiler için de geçerli!
İlk buluşmalar, el ele tutuşmalar, kaçamak öpücükler, sonunda kavuşma!
Ama insan bu tadına doyulmaz hazza da bir uyum gösteriyor, alışıyor.
Hedonik adaptasyon geliştiriyor
Uzun süreli ilişkilerin en büyük düşmanı da bu zaten.
Cinsel tutkunun ve cinsel uyarının ise hedonik adaptasyona özellikle yakın olduğuna dikkat çekiyor.
Melbourne (Avustralya) ve Stony Brook’da (ABD) yapılan bir araştırmanın sonuçları ilginç. Çiftlere gösterilen erotik resimlerin başlangıçta onların cinsel fantezilerini uyardığı ama bir süre sonra tepki sıklığının giderek azaldığını, aranın açıldığını gösteriyor.
Amerikalı yazar Raymond Chandler’den bir alıntı yapmanın zamanı geldi: “İlk öpücük sihirli, ikinci öpücük samimi, üçüncü öpücük rutin”.
Panik yapmayın arkadaşlar, çaresi de var!
Bilim adamları bununla baş etmenin yolunu hazza ara verme olarak gösteriyorlar.
Kendinizi hazza kaptırırsanız, uyum geliştiriyorsunuz, onun için buna zaman zaman ara vermek gerekiyor ki “bünye alışmasın”!
Bu nasıl başarılacak?
Çok basit: “Birbirinize yapışık yaşamayın. Aranızdan rüzgâr geçsin!”
Birbirini daha az gören çiftlerin ilişkisi daha uzun ömürlü olabiliyor.
Bunun için tek bir formül de yok tabii.
Kimi çift için ayda iki gün ayrı kalmak yeterken, kimisi için on gün yeterli olabilir. Bunu deneyip, kendiniz bulacaksınız.
Sadece şunu bilin yeter: Bir ilişkideki kesintisizlik, sonunda daha keskin bir kesintiyle sonuçlanabilir!
Zaten “evlilik” adını verdiğimiz kurumun temel sorunu da burada yatıyor.
Totti’nin televizyon sunucusu eşi Ilary Blasi heyecana ve yeni olana kendisini kaptırmasaydı belki de Totti kaptıracaktı.
Bunu bilemiyoruz tabii.
Bunların hepsi beynimizin oyunu.
“Dopamin” isimli bir hormon salgılıyor ve bu hormon bir başka insanı çekici bulmamızı kışkırtıyor.
“Aşktan deliye döndüm” cümlesini kolayca “dopamin sarhoşu oldum abi” diye tercüme edebilirsiniz.
Ve tahmin edebileceğiniz gibi bu hormon evinde uslu uslu oturup, yaşlanmayı beklemeye de engel olabiliyor.
Tabii Allah her derdin bir çaresini vermiş, onlar da beynimizin içinde dönüp duruyor.
Mesela seretonin salgılayabiliyoruz. Bu tatmin duygumuzu etkiliyor. Yaşadığımız hayattan zevk olmamızı, mutlu olmamızı sağlıyor, yeni aşk arayışlarına girmemizi tamamen engellemese bile “otur oturduğun yerde, halt yeme, burada da mutlusun” diyor.
Dopamin hormonunun düşman kardeşi diyebileceğimiz hormon ise oksitosin.
Oksitosin çiftlerin birbirlerine sevgiyle bağlanmalarını sağlıyor.
Bonn Üniversitesi’nden Dr. Rene Hurlemann, iki grup erkek üzerinde bir araştırma yapmış.
Bir sprey ile oksitosin hormonu verilen erkeklerin, çevrelerindeki kadınlara ilgi duymadıklarını tespit etmiş.
Denek olarak kullanılan erkekler önce ikiye ayrılmış. Yarısına oksitosin verilmiş, diğer yarısına verilmemiş.
Sonuç: Oksitosin hormonu alan erkekler, hormonu almayan erkeklere oranla kadınlardan daha uzakta durmuşlar, kadınlara yılışmamışlar, aşırı ilgi göstermemişler.
Kuzey Carolina Üniversitesi’nden profesör Kathleen Light, deney hayvanları üzerinde yaptığı bir çalışmada damarlarına “oksitosin” zerk edilen kobayların, birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını tespit etmişti.
Oksitosin vermeyi kestiğinde de bir süre önce burun buruna koklaşan kobaylar, dönüp birbirlerine bakmıyorlarmış bile.
Bonn Üniversitesi’ndeki araştırma, bunun insanlar üzerinde de benzer bir sonuç yarattığını ortaya koyuyor.
Yani arkadaşlar iş oksitosinde.
Hipofiz beziniz iyi çalışıyorsa sorun yok, orada bolca üretiliyor. Hipofizi oksitosin üretsin diye çalıştırmanın yolu ise “yakın temas”!
Sürekli el ele gezen, birbirine sarılarak uyuyan, öpüşüp duran, kimseye çaktırmadan sevgilisinin poposunu çimdikleyen karakterlerde oksitsin düzeyi artıyor.
Yatakları ayırdıysanız, eşinizi istemeye istemeye lütfen öpmek durumundaysanız, oksitosin düzeyiniz düşüyor.
Bir de “Adem’in laneti” diye tanımlanan hormonumuz var, biliyorsunuz: Testosteron!
Üreme içgüdüsü bahanesiyle erkekleri, gördüğü her kadını “potansiyel eş” olarak algılamaya yönelten bir şey. Bugün konumuzun dışında.
—————————-