Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Yedi yıl beklemeye gerek yok

Yedi yıl beklemeye gerek yok

İpek İzci’nin, televizyon doktoru Mehmet Öz ile yaptığı söyleşiyi geçen hafta Hürriyet Pazar’da okudum.

Brokoli yemek zorunda olduğumu, taze meyve suyu içerken bir shot bardağını aşmamam gerektiğini, arada sırada oruç tutar gibi açlık kürleri yapmak gerektiğini filan biliyorum.

Ama evlenince hormonlarımızın yenilendiğini, bu yeniliğin vadesinin 7 yılı ancak bulduğunu, bu sürenin sonunda aşkımızın da hitama ereceğini bilmiyordum, bu söyleşiden öğrendim.

Dr. Öz, “evlilik” diyor, “yeni bir işe girmekten” söz ediyor.

Yeni bir işe girince hormonlarımız olumlu yönden değiştiğine göre, yedi seneyi beklemeden iş değiştirmek daha mı iyi? Bunu anlayamadım.

Bu durumda evlilik konusu da biraz karışık. Doktor bey, yedi yılın sonunda aynı insanın içindeki yeni insana yeniden aşık olmanın yolunu aramamız gerektiğini söylüyor.

Bu durumda bizim de içimizde hormonal değişiklikler ile yeni bir tip belireceğine göre, sevdiceğimizin de içimizdeki bu yeni insana özel bir ilgi göstermesi gerekiyor olmalı.

İki değişkenli, çok bilinmeyenli bir denklem problemi.

Doktorun bu sözlerinin bende yarattığı kafa karışıklığını aşabilmek için iki duble viski içmem gerekti, yaklaşık 500 kalori aldım!

Ama öte yandan beyinsel aktivitenin daha fazla kalori tükettiğini de biliyorum. Bu sözlerin içindeki gizli anlamı kavrayabilmek için harcadığım beyinsel enerjinin bunu dengelemiş olduğunu ümit etmek istiyorum.

Sevgilimizin içinde 7 yılda bayatlayan hormonlar nedeniyle beliriveren yeni kadına / erkeğe yeniden aşık olmaya çalışmanın nasıl bir süreç olabileceğini düşünmeye çalıştım.

Düşündüm, taşındım, eski defterleri karıştırdım, buyurun birlikte okuyalım.

***

Aramızda çocukluğunda ya da büyüyünce kendi çocuğuyla saklambaç oynamamış herhangi bir insan var mıdır, bilemiyorum. Varsa bu kişiye ne kadar insan diyebiliriz, onu da bilmiyorum.

Sanıyorum dünyanın her yerinde benzer şekilde oynanıyor.

Mustafa Oğuz ile birlikte, Asya’nın en doğu ucundaki Viladivostok’ta “akşam yemeği için iyi bir lokanta” sorduğumuz otel resepsiyonisti bize “Kuku Restaurant Bar”ı önermişti mesela.
Kızın ne istediğimizi gerçekten anlayıp anlamadığını çözebilmek için kapıdaki güvenlik müdürüne bir kez daha sorma ihtiyacı hissetmiştik. Meğerse lokantanın adı, o bölgede çocukların oynadığı, bizim saklambaca benzer bir oyunmuş.
Benim çocukluğumda saklambaç oyununda ebe olmak hiç iyi ve makbul bir durum sayılmazdı. Çocuklar için hâlâ öyle midir bilmiyorum ama şunu söylemeliyim ki bu yaşımda “saklanmanın” değil, “aramanın” önemli olduğunun farkındayım.
Aramak eylemi aktiftir, saklanmak ise pasif.
Saklanmak kolaydır. Nereye, nasıl saklandığının önemi yoktur, neden saklandığının da.
Bir taşın arkası, bir kapının içi, bir makamın gölgesi, paranın kudreti, alıştığın düzenin koruyuculuğu!
Bunlardan birinin arkasına saklanır, hayatını tüketirsin.
Herhangi bir şey yapman, yeniden arayışlara girmen gerekmez.
İyi bir makama gelmişsindir, onun arkasına saklanırsın, tek derdin onu korumaktır.
Paran vardır, kendine daha çok güvenirsin, arkasına saklanır, yaşar gidersin.
“Düzen”, Roland Barthes’ın deyişiyle “sistematoların” kalesidir, içine saklanırlar, arada bir dışarı çıktıkları da olur ama dönüp dolaşıp, kurulu düzenlerinin huzuru içine çekilirler.
Saklanmak bu yüzden pasiftir. Bir şey yapman gerekmez, daha önce yapılmış ya da yaptığın bir şeyin arkasına siner, beklersin.
Ama unutma, Azrail en sıkı “ebe”dir, nereye saklanırsan saklan, gelir bulur.
Bestami’nin “Aramakla bulunmaz ama bulanlar sadece arayanlardır” sözünü seviyor olmamın nedeni tam olarak da budur.
Dostum Atila Türkmen kendisini “hep ebe” diye tanımlar mesela.
Bir işte başarılı olmak onu kesmez, onu bırakır, yenisinin peşine düşer.

Yetişkin saklambacının iki alanı vardır: İş ve aşk!
“Cennet vasatistanımızda” işte başarılı olmak çok zor değildir. Vasatların çoğunlukta olduğu yerde fark yaratmak kolaydır çünkü.

Onun için bana sorarsanız, sormasanız da olur tabii, bunu geçelim, saklambaç oynamanın en iyi alanı aşk ilişkisidir.

Ajda Pekkan söylerdi, bir şarkı vardı, bilmem hatırlar mısınız:
“Saklambaç oynarken, beraberdik seninle / Biz ikimiz, saklanırken mesuttuk el ele…”
Çocukluğumuzda saklambaç ile doktorculuk aynı anda oynanmazdı diye hatırlıyorum ama belli ki bu şarkıya ilham veren ikili aslında oyun oynayacak yaşı geçmiş olmalı.
Zaten iki kişilik saklambacın zevki de oyun oynayacak yaşı geçtikten sonra çıkar.
Ama şarkıdaki temel sorun bu değil bence.
“El ele saklanırken, mesut olmak” durumundan söz ediyorum ki sırtım ürperiyor!
Düşünün: Dışarıda bir “arayan” var ve her an gelip, o iki eli birbirinden ayırıp, bir tanesini yanında sürükleyip götürebilir!

  1. yılda bayatlayan hormonların neden olduğu değişimden doğabilecek bir sakınca!

***
Bir insanın başına gelecek en şahane şey bana göre birisini deli gibi sevmektir, âşık olmaktır.
Başlangıçta delirmek gerekmez tabii, delice sevmenin zamanla gelişen bir duygu olduğunu düşünürüm.
Geleneksel görüş ile pek uyuşmuyorum gördüğünüz gibi.
Hani aşkın ömrünün kaç gün, kaç ay, kaç yıl olduğuna ilişkin tartışmalarda belirtilen görüşler var ya, onlarla aram iyi değil.
Bedri Rahmi’ye bir köylü şöyle demiş vaktiyle, daha önce de bu köşede aktarmış olmalıyım ama tekrardan zarar gelmez: “Seversin, kavuşamazsın, aşk olur.”
Genel kabul, ismi bilinmeyen bu köylünün düşüncesine yakındır. Bir kere kavuşulunca aşkın zaman içinde zayıflayacağına, sonra dönüşeceğine inanılır.
Oysa “İşte hayatımın kadınını buldum” (ya da erkeği) dediğiniz anda başlar bence de her şey.
İnsan, mutluluğunu maksimize etmek üzere hareket eden bir canlıdır varsayımımız doğruysa, bulduğunuzu düşündüğünüz andan itibaren kendinizi daha çok vermeniz gerekir.
Alexandre Jardin’in önce romanını yazıp, sonra da filmini yönettiği Fanfan’da Vincent Perez,”flörtü ölene dek sürdürebilmek için” sevdiği kadınla hiçbir şekilde ilişkiye girmeyen bir erkeği oynuyordu. Birlikte çıkılan tatiller, yenilen yemekler, saatlerce süren sohbetler, ama dokunmak yasak!
Karşısında dünyanın en güzel kadınlarından biri, Sophie Marceau, Fanfan’ı oynuyordu.
Kadınlar her zaman erkeklerden daha akıllıdırlar, nitekim bu saçmalığa itiraz etti:
“Her sabah seni terk edeceğim, beni yeniden kazanmak için akşama kadar vaktin var. Başaramadığın gün beni bir daha göremeyeceksin”.
Böylece Perez hem aradığı “ölümsüz aşkı” buldu hem de o insanın içinde havai fişekler patlatabilecek güzellikteki kadına uzaktan bakmaktan kurtuldu!
Bu sonuç olarak bir film tabii, kurmaca, ama gerçek hayatta da böyle olacağını biliyorum.
Ne dersiniz? Böyle bir “saklambaç” oyununa hazır mısınız?
Hep siz ebe olacaksınız, onu bulacaksınız, bulduktan sonra “saklan, yine bulacağım” diyeceksiniz.
Bunu yapabilir misiniz? Onu her sabah terk etmeye ve akşama kadar geri dönüşünü beklemeye cesaretiniz var mı?
“Fırsattan yararlanıp, kaçar gider mi” diye yüreğiniz atacak, her sabah onu yeniden bulduğunuzda dünyalara yeniden sizin olacak.

Doktor Öz’ün dediği 7 yılı beklemenize gerek yok.

Sevdiğiniz kadına / erkeğe, o aşk her gün yeni başlamış gibi hissettirebilecek misiniz?

————————————