12 Eylül’ün hedefi de zaten buydu
“KİM milyoner olmak ister” yarışmasında bir üniversite öğrencisinin “TBMM başka hangi adla anılır” sorusuna “Yüce Divan” yanıtı vermesi sosyal medyada en çok tartışılan konulardan biri olmuş.
Üniversitede “siyaset bilimi” okuyan öğrenci kendisini şöyle savunuyor:
“Herkes beni konuşmuş. ‘Ayrılsın, Yeditepe’nin adını lekelemesin’ demişler. Bunu söyleyenler o soruyu bilsinler de göreyim. Hem ben siyasetten nefret ediyorum. Gazete okumaya bile bu yıl başladım.”
Bir siyaset bilimi öğrencisinin “parlamento” ile “yüce divanı” birbirinden ayıramıyor olması “televizyonda yarışma programının heyecanı” ile açıklanabilecek bir durum değil.
Elbette okuduğu okulun eğitim düzeyi hakkında da bir fikir vermez, üniversitede siyaset bilimi okuyan bir öğrencinin zaten bunları biliyor olması gerektiğini varsaymak gerekir.
Benim dikkatimi çeken konu öğrencinin kendini savunma tarzı. Yaptığı bir hatayı kabullenip, “Evet bu konuda yanıldım, kendimi daha çok geliştirmem gerekir, özür dilerim” demek yerine bir adım ileri atıyor: “Bunu söyleyenler o soruyu bilsinler de göreyim!”
Toplumumuzdaki genel bir hastalık bu. “Eleştiriye tahammülsüzlük, eleştiriden yararlanma alışkanlığının gelişmemiş olması” diye tanımlayabiliriz bu hastalığı.
Sadece siyasetçiler ve biz gazeteciler için değil, toplumun hemen her kesimi için geçerli bir durum.
Öte yandan “siyasetten nefret eden ve gazete okumaya bile bu yıl başlayan” bir siyaset bilimi öğrencisi ile karşı karşıyayız ki tekil bir örnek olduğunu söyleyemeyiz.
12 Eylül düzeninin ulaşmaya çalıştığı “apolitik gençlik” hedefinin tutturulduğunu gösteriyor.
Rektörlerin siyaset ile ilgilenen öğrencileri üniversiteden attırabildikleri bir ülkede, bir üniversite öğrencisini apolitik olmakla suçlamak haksızlık olur.
“Siyasetten nefret etmek” konusunda da yalnız olmadığını varsaymalıyız.
Türkiye’de siyaset çok uzun yıllardan beri bir tür kayıkçı kavgası olarak yürüyor. Sorunların çözümüne yönelik ciddi tartışmanın neredeyse hiç yapılmadığı bir ülkede, insanların aklına “siyaset” denilince doğal olarak “öfkeyle sıkılmış yumruklar ve bağırmaktan kısılmış sesler” geliyor ki zaten kim böyle bir şeyden hoşlanabilir?
Polisin saygınlığı meselesi
İŞKENCE ve kötü muamele ile mücadelede yetersiz kalındığını gösteren örnekler ve milletvekili Ahmet Türk’ün polis tarafından yumruklanması üzerine yazdığım yazılardan sonra ilginç tepkiler içeren e-postalar aldım.
Kendime hedef olarak polisleri seçtiğim iddia ediliyor. Günün birinde gözümün üzerine Ahmet Türk’e atılana benzer bir yumruk yiyebileceğim ile ilgili tehdit kokanlar da var içlerinde. Bunlardan korkacak değilim, ciddiye de almıyorum zaten.
Bazı mektuplarda ise “polislerin uzun namlulu silahlar ile şehit edildiği bir günde polisi eleştirmemin doğru olmadığı” vurgulanmış ki buna birkaç söz söylemek istiyorum.
Polis kamu düzeninin olmaz ise olmaz bir parçası. Ve görevini yerine getirirken nasıl güçlükler yaşadığını da az çok bilebiliyoruz.
Yetersiz maaşlar, çalışan haklarına aykırı çok uzun çalışma saatleri, hukuki ve mesleki kuralların dışına kolayca çıkma istidadı gösteren ve amiri her zaman haklı, memuru her zaman haksız gören bir çalışma düzeni söz konusu.
Vatandaşların güvenliği için fedakârca kendi canını tehlikeye atabilen ve bunun karşılığında da toplumdan sadece saygı görmeyi bekleyen bir topluluk var.
İşkence ve kötü muameleyi alışkanlık haline getirenler, her şeyden önce bu beklentiye zarar veriyor.
Polisin, toplum içinde saygı gören bir kurum olabilmesi, içindeki bu tür “zararlı otların” ayıklanması ile mümkün olabilir.
Bir grup işkenceciyi korumak, her şeyden önce üç kuruş maaş için canını tehlikeye atabilenlere haksızlıktır.
Eski sorular ve ilaveten bir yeni soru
BİR pazartesi gününü daha idrak ediyoruz, saatlerimizi bir saat ileri aldık ama eski sorular yerinde duruyor, yanıtlanmayı bekliyor. Bugün eski sorulara bir tane de yeni soru ekleyeceğim, belki buna bir yanıt veren bulunur diye!
İlk sorumuz hep olduğu gibi KPSS sorularını çalıp, yanıtlarını Türkiye’nin değişik yerlerindeki insanlara dağıtan organize suç örgütü ile ilgili.
Bu işi çok ciddi bir örgüt yapmış olmalı. Sıkı sıkıya korunan ÖSYM’ye sızmışlar, soruları ve yanıtları çalmayı başarmışlar. Sonra son derece kısa bir süre içinde bunu Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış değişik kişilere dağıtabilmişler. Ve o kadar iyi örgütlenmişler ki ne MİT bunların izini bulabiliyor, ne de polis yakalayabiliyor.
Kim bilir, belki de yakalamak istemiyorlar, o da artık ciddi olarak düşünmemiz gereken bir durum.
Suudi Arabistan Kralı’nın hediyelerinin akıbeti de yanıtsız kalan sorular arasında. Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin giderek sonuna yaklaşıyoruz, kuşkusuz ki yeni Cumhurbaşkanı’nın seçim kampanyasında konuşulacak bir konu da bu olacak.
Görevden alınan Deniz Feneri savcıları ile ilgili iddianame geçtiğimiz hafta Yargıtay tarafından kabul edildi ama Deniz Feneri davası ile ilgili iddianame hâlâ ortada yok.
İnanmış Müslümanların yardım için verdikleri paralar çalındı, gemiler alındı, televizyonlar kuruldu, Almanya’daki mahkeme “gerçek suçlular Türkiye’de” dedi ama Türkiye’de dava açılabilmiş değil, tam tersine bu davayı takip eden savcılar hapse atılacak neredeyse!
Bülent Arınç’a suikast iddiası ise hâlâ bir muamma! O konuda da “tık” yok.
Şimdi gelelim bu haftanın “yeni” sorusuna:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 12 Mayıs 2011 günkü miting konuşmasında bazı bakanları ve milletvekillerini neden aday göstermediğini şöyle açıklamıştı:
“Bizim partimiz AK Parti, temiz siyaset sözü vererek geldik. Benim bir bakanım bunu yapamaz. Bugüne kadar bazı bakanlarla alakalı atılmış adımlar varsa, bunun gerekçeleri vardır. Bugün birçoğu milletvekili adayı olmadıysa nedenleri vardır. Milletvekillerim içinde aynı şey geçerlidir.”
Bu sözlerden anladık ki bazı bakanların ve milletvekillerinin son seçimde aday gösterilmeme nedeni “temiz siyaset sözüne aykırı davranmış olmaları.”
En yetkili ağızdan yapılan bu açıklama ciddi bir soruşturmayı hak etmiyor muydu? Üstelik biliyorsunuz artık bununla ilgili bir Yüce Divan yargılaması da gerekmiyor. Özel yetkili savcıların ve mahkemelerin, “görev suçu olmayan” konularda Yüce Divan’ı atlayabilecekleri ile ilgili içtihat da oluştu.
Bakanların ve milletvekillerinin “yolsuzluk” yapmaları da sanırım görevlerinin gereği değil.
Neden özel yetkili savcılıklar Başbakan’ın bu ihbar konuşmasına itibar etmiyor?