‘Alışık olunmayan müdahaleler’ neydi acaba?
DENİZ Feneri soruşturmasını yürütürken görevden alınan savcılardan Nadi Türkaslan’ın, HSYK Başmüfettişine verdiği savunmanın detaylarını Milliyet’te okudum.
Savunmada şöyle bir bölüm var:
“Soruşturmanın bu aşamaya gelişine kadar, şimdi burada açıklanmasına gerek bulunmayan, soruşturmanın esasıyla ilgili olmayan, soruşturmalarda görülmeye alışık olunmayan, pek çok zorluk ve müdahale ile karşılaşılmış, bu zorluklara rağmen hukuki kurallardan ayrılmayarak soruşturma tamamen hukuka uygun bir biçimde yürütülmüştür.”
Savcılar, bu soruşturma boyunca ağır bir kamuoyu baskısının altında kaldılar.
Bitmek bilmeyen tercüme safhası, Almanya ile olan iletişimdeki gecikmeler, delillerin karartılabileceği kaygısı buna neden oldu.
Ancak savcının “alışık olunmayan müdahaleler” dediği konu bu olmasa gerek.
Önemli bütün soruşturmalarda böyle bir kamuoyu baskısı ister istemez oluşuyor, dolayısıyla savcılar buna alışkın olmalı.
Acaba “alışık olunmayan müdahaleleri” kimler yaptı diye merak ediyorum haliyle.
Soruşturulan kişilerin kimliklerine ve Almanya’daki dava ile ilgili haberlerin gazetelerde yayımlanmasından sonra sinirle medyaya savaş ilan edenlerin kimler olduğuna bakarak bunu tahmin etmek zor değil.
Yakın bir gelecekte bu gerçeği de öğreniriz sanıyorum.
Adalet Bakanı ve HSYK Başkanı Sadullah Ergin’in, savcıların görevden alınmalarına neden olan konu ile ilgili olarak 2010 yılında savcılar ile görüştüğü ileri sürülmüştü.
Adalet Bakanı, savcılar ile o tarihte görüşmediğini, savcıların şikâyet edilmelerinin öncesinde konu ile ilgili bilgisi olmadığını açıkladı.
Ancak bakanlıktan yapılan açıklamada Bakan’ın iddiaların kamuoyunda duyulmasından sonra savcılar ile görüştüğü bilgisi de yer alıyor.
Bunun pek normal bir durum olmadığı açık! Bakan, HSYK Başkanı sıfatını taşısa bile siyasi bir kişilik ve iktidarı temsil ediyor. Bu nedenle savcılar ile hangi şart altında olursa olsun görüşmesi anlaşılabilir değil.
Acaba “alışık olunmayan müdahalelerden” biri de bu mu?
Rüzgârda uçuşan mavi şifon elbise
UÇAĞIN “penceresinden” dışarı baktığımda görebildiğim tek şey uçsuz bucaksız bir bulut okyanusu. İnsanın üzerine atlamaya hazırlanır gibi kabarmış olanları da var içlerinde, tonton bir dedenin sakalını andıranlar da.
Hostesler telaş içinde servis yapmaya çalışıyor. “Biraz daha çay?”
Yolcular da onların telaşına ayak uydurmuş durumda. Önümdeki koltukta oturan İngiliz kadın sürekli hostesten bir şeyler istiyor. Oysa daha çok genç ve koltukta her kımıldayışının önümdeki tepside yarattığı sarsıntı ciddi bir kilo sorunu olduğunu da gösteriyor.
Bu küçük şeyler; iki ısırıkta biten minik bir kruvasan, ortasından ikiye kesilmiş bir çilek, kahvenin coşkulu kokusu, bulutların üzerinden yansıyan keskin güneş ışıkları insana yaşadığını hissettiriyor.
Aklıma Fortuna geliyor hemen. Ne zaman kendimi çok iyi hissetsem, içimde bir yerlerde kıpırdanan “Kötü bir şey olursa?” kuşkusu!
Fortuna’yı Roma mitolojisine aşinaysanız hatırlarsınız. Jüpiter’in ilk çocuğu.
Heykellerini hemen her arkeoloji müzesinde görebilirsiniz. Bazı eski Roma paralarının üzerinde de resmi vardır. Güzel, çok güzel bir kadındır. Çoğu kişi üzerindeki tülümsü giysinin beyaz renkli olduğunu hayal edebilir. Nedense benim hayalimdeki Fortuna mavi şifondan bir elbise giyiyor hep, uçuk mavi bir şifon.
Rüzgârda uçuşan eteği ile narin vücutlu genç bir kadın. Kendisine sorsak “Nereni beğenmiyorsun” diye, eminim şunu söyleyecek: “Keşke burnum daha küçük, kalçam daha ince olsaydı!”
Kadınların tümünün bilmediğini o da bilemeyecek tabii ki. Tanrıça bile olsa! Oysa “seven göz, kusur görmez.”
Fortuna bir elinde boynuz, öteki elinde bir dümen taşır. Boynuz onun dilekleri yerine getirme gücünü temsil eder. Dümen ise insanların kaderini değiştirme gücünü.
Şakacı bir tabiatı vardır, tanrıların dağında büyüyen, şımartılan öteki tanrı çocukları gibi. Bütün dilekleriniz yerine geldi zannettiğiniz anda dümeni kırıverir. Herkesle de ilgilenmezmiş. Bazı insanlar onu hiç görmezler. Kadersiz, umutsuz, bomboş bir hayat yaşar giderler. Romalılar buna inanırlarmış.
Bir uçağın penceresinden bakarken insanın Fortuna’yı hatırlaması bazı okuyucular için bir “uçuş korkusu”na işaret ediyor olabilir. Hayır, böyle değil.
Benim için yaşamın en büyüleyici anlarından biri bir uçağın pistte koşarak hızlandıktan sonra tekerleklerinin yerden kesildiği andır. Hele kötü hava şartlarındaysanız ve uçak birkaç dakika içinde bulutları yarıp güneşe kavuşmuşsa!
O anda hatırlarım Fortuna’yı hep. Ve Nietzsche’den not ettiğim şu sözleri: “Keyif ile keyifsizliğin birbirinden asla ayrılmaz şeyler olduğunu düşünelim, öyle ki insan birinin ne kadarına sahip olmak isterse ötekinin de ancak o kadarına sahip olacak. Seçim sizin: (1) Mümkün olduğu kadar az keyifsizlik, kısacası acısız bir yaşam mı? (2) Yoksa o ana kadar hiç tadılmamış zevkleri tatmanın, keyifleri yaşamanın bedelini ödemeyi göze alarak mümkün olduğu kadar çok keyifsizlik mi? Eğer ilk seçeneği yeğler ve acılarınızı azaltmayı, hatta yok etmeyi isterseniz, o zaman zevk alma kapasiteniz de azalacak, hatta yok olacak.”
Ben kendim için Fortuna’dan hep ikincisini diledim. (13 Haziran 2004 tarihli eski bir yazım.)