Başbakan’ı dinlemedi kaybeden Obama oldu!
USA Today gazetesinde Mike Smith tarafından çizilmiş bir karikatür gördüm.
Bir doktor, muayene ettiği hastası ile konuşuyor. Hasta, baş ağrısından, sinir bozukluğundan ve mide rahatsızlığından yakınıyor. Doktorun önerisi şu: “Sağlık reformu tartışmalarını izlemekten vazgeçmelisiniz.”
Obama’nın sağlık sisteminde reform yapmayı hedefleyen yeni planı, ABD’nin en gözde tartışma konularından biri.
Cumhuriyetçiler bu nedenle Obama’nın komünist olduğunu bile söylüyorlar.
Tartışma nerede biter, Obama istediğini gerçekleştirip, sağlık hizmetlerinden fakirlerin daha çok yararlanabilmesinin yolunu açabilir mi, bilemiyorum.
Ama tartışmanın nereden kaynaklandığını sanki bulmuş gibiyim.
Bakın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ABD’deki temaslarını bitirdikten sonra Plaza Otel’de yaptığı basın toplantısında ne dedi:
“Sultanahmet’te Amerikalı turistler yanıma geldiler. ‘Sağlık sorununu nasıl hallettiniz’ diye sordular. Sağlık reformunu anlatırken iyice dinleyip ‘Bunu Obama’ya da anlat’ dediler.”
Başbakan bu isteği yerine getirip Obama’ya Türkiye’deki sağlık sistemini anlattı mı, anlattıysa Obama bunun ne kadarını anladı, hangi lisanda anlaştılar ve acaba tercümanlar çeviri hatası yaptılar mı gibi konularda bir bilgim yok.
Ama Obama’nın açıklanan planı ile bizim sistem arasında pek paralellik bulamadığımı söyleyeyim. Kaybeden ABD olmuş yani!
Bu konuda beni asıl mutlu eden şey Başbakan’ın bu samimi anlatımı.
Yatılı okul yıllarımda bayramlarda, tatillerde eve dönmek için otobüs garajlarında ve aktarmalar için sabahçı kahvelerinde beklerken bu türden çok muhabbet dinlerdim.
“O bana dedi ki, ben ona dedim ki” diye başlayıp devam eden öykülerdi bunlar. Kahramanları arasında da derin bir uçurum olurdu. En çok da Vehbi Koç’a nasıl akıl verdiğini anlatan seyyar satıcılara rastlardım.
Anadolu’da böyle “anlatıcılar” eskiden çok sayıda bulunurdu. Hâlâ varlar mıdır bilemiyorum, ama içlerinden birinin Başbakanlığa kadar yükselmesi de bu memleketin nasıl bir fırsatlar ülkesi olduğunu gösteriyor.
Buna elbette sevinmeliyiz!
‘Twilight’ın vampirleri bir kasabayı kurtardı!
ÜÇ bin yüz yirmi kişinin yaşadığı Forks kasabasının kaderi, üç çocuk annesi bir Mormon kadının, Arizona güneşi altında can sıkıntısını gidermek için bir öykü yazmaya başlaması ile değişti.
Stephenie Meyer’in “Twilight” (Alacakaranlık) isimli roman dizisi sayesinde Forks şu anda ABD’nin önde gelen turizm çekim merkezlerinden biri haline dönüşüyor.
Meyer’in genç vampirlerin aşklarını anlattığı bu roman dizisi 70 milyon kopyanın üzerinde sattı.
Romandan uyarlanan filmlerden ikincisi de kasım ayında vizyona girecek ve birincisinden daha çok iş yapması bekleniyor.
İşin ilginç yanı Meyer’in Forks kasabasını daha önce hiç görmemiş olması.
Vampirlerin yaşamasına uygun bir yer ararken Forks’un adına Google’da rastlamış.
Yılın büyük bölümünde yağmur alan Washington eyaletinin Olympic Yarımadası’nın küçük bir yerleşim merkezi bu.
Hemen yakınlarında bulunan ve ormanlarla kaplı ulusal park da vampirlerin yaşaması için uygun bir yer.
Meyer, romanlarını bu bölgenin fotoğraflarına bakarak yazmış, ama roman kahramanları Bella ve Edward’ın hayranları şimdi kendi gözleriyle görebilmek için akın akın bölgeye gidiyorlar.
Küçük kasabanın kaderi tamamen değişmiş.
Oteller odalarının duvarlarını siyaha boyayıp, kalın perdelerle camlarını kapattıklarından beri oda fiyatları da 80 dolarlardan 150 dolara kadar çıkmış.
Bella ile Edward’ın ilk randevularında yedikleri mantarlı ravyolinin tabağı 17 dolardan satılıyor.
Meyer’in roman dizisi ve ilk film Türkiye’de de büyük ilgi gördü.
Forks kasabasının kaderinin nasıl değiştiğinin öyküsünü New York Times’ta okudum.
Edebiyatın gücünü turizmde kullanma fikri, yeni bir düşünce değil. Mısır da vaktiyle bunu yapmış ve çok olumlu sonuçlar elde etmişti.
Ucuz, kitlesel turizm ülkesi Türkiye için “sınıf atlama yolu”, edebiyattan geçiyor olabilir mi?
Orduevi bahçesinde oturanlar ve Radikal
RADİKAL’in Genel Yayın Müdürü İsmet Berkan, mesleki sorunlarımız üzerine biz okuyucuları ile dertleşiyor.
Gazetecilik mesleğinin geleceği için, özgür basın faaliyetinin varlığını sürdürebilmesi için önemli uyarılarda bulunuyor, eleştiriler getiriyor.
Yazdıklarının büyük bölümüne katıldığımı ve yararlı bulduğumu söylemeliyim.
Dün de bu tür yazılarından birini yazdı, yazısında şöyle bir bölüm var:
“Irkçılık ve ayrımcılığın en basit tezahürlerinden biri, etnik veya dini bir grupla veya bir sosyal sınıfla alay etmek, onu aşağı görmek, onlara hakaret etmektir. Başka insanları hor görmek, sırf inançları veya giysileri veya derilerinin rengi veya etnik kökenleri veya sosyal sınıf farkları nedeniyle onları aşağı görmek, onlarla alay etmek, onlara hakaret etmek düpedüz ırkçılık-ayrımcılıktır.”
Bu yazıyı okuyunca Radikal’de yayımlanan ve orduevi bahçelerinde oturanları aşağılayan, sadece bir meslek grubunu değil, onların eşlerini, çocuklarını, ana babalarını da hedef alan o meşhur yazıyı hatırladım.
Hatırlayamadığım tek şey, Radikal’in ya da o yazarın bu yazıyla ilgili olarak özür dileyip dilemediği oldu.
Mine Kırıkkanat’ın başına gelenlere ve sanki o “orduevi” yazısı hiç yazılmamış gibi davranılmasına bakınca İsmet Berkan’ın bir de “çifte standartlar” üzerine yazmasında yarar var gibi geliyor bana.