Başbakan’ın açıklamasından önce bunu yazmıştım
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta sonunda iki ayrı konuşmasında “kırmızı çizgilerini” sayarken “tek millet, tek devlet, tek din” vurgusu yaptı.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu sözlere açıklık getirdi: “Başbakan bugüne kadar tek din demedi, ilk defa söylüyor. Başbakan da olsa beşer şaşar, dil sürçmesi olabilir. Esasen, demokratik bir ülkede, laik bir devlette tek din iddiasında ve imasında bulunmak, eşyanın tabiatına aykırıdır” dedi.
Önce Başbakan’ın sözlerini hatırlayalım. 4 Mayıs’ta şöyle konuştu: “Hiç kimsenin diline, dinine, mezhebine, etnik kökenine bakmadık. Doğuştan gelen farklılıkları üstünlük ya da dezavantaj olarak asla değerlendirmedik. Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet dedik. Ama asla dil demedik.”
Başbakan 5 Mayıs’ta da şöyle konuştu: “Ben dört tane kırmızı çizgimiz olduğunu söyledim. Neydi o dört tane temel çizgi? Bir tek millet, iki tek bayrak, dedik. Tek bayrak ve bu bayrağımıza laf söyletmeyiz. Bu bayrağımızın rengi şehidimizin kanıdır. Hilal bağımsızlığımızın ifadesidir. Üçüncüsü tek dindir. Dil değil, din, din. Bunu söyledik.”
Şimdi “dil sürçmesi” üzerine uzun boylu Freudyen açıklamalara girmeyeceğim. Dil sürçmesinin, bilinçaltının dışa vurumu olduğundan bahsetmemize gerek yok.
Çünkü Başbakan’ın iki konuşmasına bakılırsa pek de öyle “dil sürçmesi” gibi görünmüyor. İki ayrı yerde tekrarlıyor, son konuşmasında “dil değil, din, din” diye ayrıca bir daha vurguluyor.
Eğer Başbakan, gerçekte bunu ifade etmek istemediyse, düzeltmeyi de onun yapması gerek.
Yani Çelik’in açıklamasının bir anlamı ve değeri yok.
Başbakan maşallah her konuda her gün defalarca konuşabiliyor. Konuşmalarından birinde şöyle bir şey söylese daha inandırıcı olacaktır: “Geçenlerde konuşurken tek din dedim, niyetim bu değildi. Aslında şunu kast etmek istemiştim, ağzımdan öyle çıktı” gibi bir açıklama.
Başbakan kendisi sözlerini düzeltene kadar “beşerin şaşmayacağını” varsaymamız gerek.
NOT: Bu yazıyı yazdıktan sonra Başbakan, akşam geç saatlerde “Yanlışlıkla vatan yerine din dedim. Eleştiriler haklıdır” açıklaması yaptı. Mesele bitmiştir.
Bu davanın bittiğini görebilecek miyiz?
ERGENEKON Suç Örgütü ile ilgili ilk davanın iddianamesi açıklandığında şunu anlatmaya çalışmıştım: Birbirleriyle örgütsel bağları tam olarak ortaya konulmamış sanıkları, birbiriyle ilgisi kesin olarak kurulmamış suçları aynı iddianame torbasının içine atarsanız, bu dava yıllarca sürer. Suçsuz olan insanlar gereksiz yere uzun süre hapiste kalırlar, gerçek suçluların cezalandırılması gecikir, adalet de bundan zarar görür.
Nitekim açılan ilk davanın ne zaman biteceği bile belli değilken, bu davaya sürekli yeni davalar eklendi.
Geldiğimiz son nokta şu: Birinci ve ikinci Ergenekon davaları birleştirildi, birinci, ikinci, üçüncü Ergenekon davaları, Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesine bomba atılması, irtica ile mücadele eylem planı, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ilgili terör örgütü ve darbe iddiası artık tek dava haline geldi.
Toplam 16 iddianame bir arada ele alınacak. 61’i tutuklu, 256 sanık var.
On binlerce sayfa kanıt, binlerce sayfa iddia birlikte değerlendirilecek. Bu davaların yürütülme hızını da biliyoruz. Dün Birinci Ergenekon Davası’nın 178. duruşması yapıldı.
Birinci Ergenekon Davası ile ilgili iddianame 25 Temmuz 2008 tarihinde mahkemeye sunuldu, ilk duruşması 20 Ekim 2008’de yapıldı. İkinci Ergenekon Davası’nın iddianamesi 25 Mart 2009’da kabul edildi, ilk duruşması 20 Temmuz 2009’da yapıldı.
Sadece ilk iddianame 2455 sayfa. Şimdi yargılamanın ne kadar uzayacağını, 12 Eylül döneminin toplu davaları gibi yıllarca süreceğini tahmin etmek için falcı olmak da gerekmiyor.
İşe yaramayacak ama yine söyleyeyim: Sanıklar arasındaki örgütsel ilişkinin açıklıkla ortaya konulmadığı, suçların birbiriyle ilişkisinin varsayımlar üzerinden yürütüldüğü böyle bir “torba dava” yıllarca sürer. Suçsuzlar gereksiz yere tutuklu kalır, tutuklama cezalandırmaya dönüşür, Türkiye’nin geçmişindeki karanlık olayların failleri, gerçek suçlular cezasız kalır.
Düzeltmek daha kolay değil mi?
AKP sözcülerinin konuşmalarından anlıyoruz ki yeni Anayasa konusundaki en büyük tartışma başkanlık sistemi konusunda yaşanacak.
AKP’ye göre bugünkü sisteme zaten “parlamenter” sistem denemez, onun için sisteme adını koymak ve yürütme ile yasamayı birbirinden ayıracak ve güçlerin birbirini dengeleyeceği bir sisteme gerek var, o da Başkanlık sistemi.
Çok da haksız değiller, bugünkü haliyle sistemimiz “ne kuş, ne deve”!
Ama bunu düzeltmenin yolu, demokrasisi yeterince gelişmemiş, uzlaşma kültürü olgunlaşmamış her ülkede kolayca bir diktatörlüğe dönüşen başkanlık sistemine geçmek mi olmalı?
Dün Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirmeyi neden hiç konuşmuyoruz diye sormuştum. Parlamento üzerindeki lider vesayetini kıracak, parti içi demokrasi kurumlarını geliştirerek sistemin düzgün çalışmasının şartlarından birini yaratacak değişiklikleri yapmak daha kolay değil mi?
Bugün de Seçim Kanunu’nu hatırlatayım. Milletvekillerini, parti liderlerinin iki dudağının arasına koyan seçim sistemini değiştirmeyi neden konuşmuyoruz? Halkı önüne konulmuş ve değiştiremeyeceği bir listeyi seçmeye mahkûm etmeyen, milletvekillerinin daha dar bölgelerde seçilebileceği, kendisini listeye alan liderine değil, seçmenine borçlu hissedeceği bir dar bölgeli seçim sistemi neden aklımıza gelmiyor?
Bunları yapmak, bütün sistemi altüst etmekten daha kolay ve sonuç alıcı olmaz mı? Yıllardır alıştığımız sistemin düzgün işlemeyen yönlerini düzeltmek, hiç yoktan ve son derece yabancı bir sisteme geçmekten daha kolay olmaz mı?