Ben değilsem kim şimdi değilse ne zaman?
MALATYA’daki dramı televizyondan izlediğimizden beri deyim yerindeyse ‘kanlı gözyaşları’ döküyoruz.
Sorumluların cezalandırılmasından, kimsesiz çocuk yuvalarındaki sorunlardan söz ediyoruz.
Şimdi bir soru soracağım, dürüstçe yanıt vermeniz ricasıyla: Malatya’daki olayı ve çocuk yuvalarını unutmamız için kaç gün gerekecek? Kaç gün sonra bu yaşananlar hiç olmamış, bu konu üzerinde kıyametler kopmamış olacak?
Yanıtı biliyorum aslında: En fazla bir, hadi bilemediniz iki hafta.
Sonra her şey eskisine dönecek. Kendimize uğraşacak yeni bir konu bulup onun üzerinde fırtınalar koparana kadar.
Ve bütün bu süreç içinde sorulması asıl gereken soruyu da kendimize hiç sormamış olacağız: Kişisel çabamla böyle bir olayın olmasını önleyebilir miydim? Benim gibi düşünen insanlarla bir araya gelip, o yuvalarda o çocukların hiç dayak yemeden, insan gibi yetiştirilmelerini sağlayabilir miydim?
Yanıtlanması zor sorular değil bunlar?
Bugün Malatya’da bu olaya isyan edenlerden kaçı hayatlarında bir kez olsun o yuvaların içine girdi?
Yarın bu olayın bir benzeri, Türkiye’nin herhangi bir kentinde ortaya çıktığında, kaçımız o yuvalarda neler yaşandığını biliyor olacağız?
Eğer Malatya’da, evinde oturup akşam kocasının işten, çocuklarının okuldan geri dönmesini bekleyen hanımlardan biri, ikisi, üçü o yuvalara günde bir saatlerini ayırabilselerdi, büyük olasılıkla o çocuklar o dayakları yemeyeceklerdi.
Belki ağır bir yargıya vardığımı düşüneceksiniz; ama ne yazık ki bizim toplumumuz, esasen bir ‘gevezelik toplumu’.
Sorunlar üzerine konuşmayı seviyoruz; ama bu sorunları kökten ortadan kaldıracak <B>sivil örgütlenmeleri başaramıyoruz.
Malatya’daki olay, artık gönüllü annelik ve koruyucu ailelik gibi kurumları yeniden gündemimize almamız için bir vesile olsun.
Belki boş vakitlerde ‘gün gezip, pasta börek atıştırmak’ yerine birkaç arkadaşımızla el ele vererek yakınlardaki bir çocuk yuvasına, yaşlılar yurduna gitmeye, orada neler olduğunu kendi gözümüzle görmeye de başlarız.
Malatya’daki faciaya ağlayanlar için sordum başlıktaki soruyu. Yarın başka bir olaya ağlamamak için, bugünden harekete geçmemizi hatırlatmak üzere.
Yarı çıplak kızlar ve ‘dürüst ticaret’
BİRKAÇ gündür Londra’daydım, dünyadaki önemli dergi yayıncılarını bir araya getiren bir fuar nedeniyle.
Hemen söyleyeyim ki benim yaşımda ve daha büyük erkekler için Kraliçe’nin memleketinden iyi haberlerim var!
‘Sabah iki kuru kayısı, öğlen dört ceviz, akşam bir kasa haşlanmış brokoli’den ibaret diyet reçetesini kaldırıp bir kenara atabilirsiniz.
Artık şişmanlık moda! Hatta saçınız dökülüyorsa, daha da iyi!
Bu gerçeği tespit etmiş olmamı, Londra’nın gece hayatına hızlı bir giriş çıkış yapmış olmama borçluyum! Gerçi Tramp adındaki kulübe girmek o kadar hızlı ve kolay olamıyor; ama ziyanı yok. Ben girdiğime bir memnun olduysam, sonunda sağ salim çıkabildiğime iki memnun oldum, bunu belirteyim.
Şişmanlığın moda olduğunu anlamama yol açan şey, içerideki manzaraydı. Çoğu benim yaşımdaki şişko ve kel erkekler, yanlarında en az 5 tane cennet hurisi ile masalarda oturmuşlar, yiyip içiyorlardı.
Kızları hiç sormayın, durumları gerçekten perişan! Ne üstte var, ne başta! Altını çekiştirse, üstü açılıyor, üstünü düzeltse altı açılıyor. Bir gömlek yapmaya ancak yetecek kumaştan iki kız giyinmeye çalışınca böyle oluyor. Ve haliyle üşümemek için sürekli ileri geri hareket ediyorlar. Yanımdaki arkadaşım bu hareketin dans olduğunu söyledi; ama yine de bana pek öyle gibi gelmedi!
Neyse şaka bir yana, asıl konuya girelim.
Sabah sokakta yürürken girdiğim bir kahvede duvara şöyle bir tabela asılmıştı: ‘Dürüst Ticaret! İşletmemiz, bu dükkanda satılan ürünlerin, üçüncü dünya ülkelerindeki üreticileri korumak için en dürüst fiyatlarla ithal edildiğini garanti eder!’
Yani kahvenizi ya da çayınızı gönül rahatlığıyla için; üreticileri kazıklamadık, tarlalarda çocuk çalıştırılmasına izin vermedik, gümrüklerde rüşvet vermedik vs…
Benzeri ilkelere bazı konfeksiyon üreticilerinin de titizlikle uymaya çalıştığını anlatan tabelalar görüyorum zaman zaman dükkánlarda.
Bu tabelaya bakıp çayımı içerken şöyle düşündüm: ‘Devrimin şafağında’ bu tür şeyleri biz söylerdik, şimdi kapitalist ‘ve hatta emperyalistler’ söylüyor!
Türkiye’de solun sesini kaybetmiş olması acaba böyle bir cereyan altında kalmış olması mı?
Değişen dünyanın yeni şartlarına uygun bir teorik söylem geliştiremeyip sonunda MHP’nin kuyruğuna takılıp kalmak mı?