Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Böyle bir kampanya hiç yaşamadık

Yarın sandığa gidip oylarımızı kullanacağız ve yeni Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni seçeceğiz.

Çok garip bir kampanya dönemi geçirdik.
İlk kez bir Cumhurbaşkanı miting meydanlarına çıktı, bir parti için oy istedi.
Oy istemekle kalmadı, muhalefet partilerine de söylemediğini bırakmadı.
Ve bütün bunları bizlerin parasıyla yaptı.
Seçimlerde iktidar partilerinin, hükümet olmaktan kaynaklanan avantajlarını kullanmakta tereddüt etmediklerini biliyorduk, görmüştük, ama bu kadarı ilk kez oldu.
Bütün vatandaşların vergilerini, vatandaşların bir bölümünü aşağılamak için kullandılar.
Cumhurbaşkanı, “namusu ve şerefi” üzerine tarafsız kalacağına yemin etmişti, yeminini tutmadı.
Ve şimdi seçim sonuçları eğer Cumhurbaşkanı’nın hakemliğini gerektirecek şekilde tecelli ederse, sistem en önemli sigortasını kaybetmiş durumda.
Her fırsatta milli iradeden söz ettiler ama 12 Eylül mirası yüzde 10’luk seçim barajının arkasına saklanarak, oy ve milletvekili çalmanın peşine düştüler.
Muhalefet partilerini terör örgütlerinin uzantısı gibi göstermek için birbirleriyle yarıştılar.
Milletin dini inançlarının en çok sömürüldüğü bir kampanya dönemi geçirdik.
Dini inançların seçim kampanyasının malzemesi yapıldığına önceki seçimlerde de rastlamıştık ama bu kadarı hiç olmamıştı.
İktidarı kaybetme korkusu demlek ki o kadar büyümüş ki hiçbir ahlaki sınır da tanımadılar.
Yarın akşam, milletin bütün bunları görüp görmediğini, böylesine bir eşitsizlik ve haksızlığa prim verip vermediğini anlayacağız.
——————————–
Otokrasi mi, demokrasi mi?
Cumhurbaşkanı’nın bir tek hedefi var: AKP’nin, tek başına Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğu elde edebilmesi.
Bu mümkün olmuyorsa, Anayasa değişikliğini referanduma götürmek için gerekli çoğunluğa da razı.
Araştırmalar gösteriyor ki eğer HDP barajı aşabilirse, Cumhurbaşkanı’nın bütün planları suya düşecek.
Onun için 12 Eylül mirası yüzde 10’luk barajdan yararlanmayı da hedefliyor.
Eğer HDP barajın altında kalırsa, hak etmediği milletvekilliklerini almaktan da hiç gocunmayacaklar.
Cumhurbaşkanı’nın yeni Anayasa isteği, askeri darbenin Anayasa’sını demokratikleştirmek amacından kaynaklanmıyor.
Bir tek hedefi var: Mutlak bir iktidara kavuşmak.
O mutlak iktidarı, halkın en az yarısına cehennem azabı çektirmek için kullanacağı da bir sır sayılmamalı.
Ülkeyi tek başına, kararnameler ile yönetmeyi hedefliyor.
Meclis’in bu yoldaki rolü figürasyon yapmaktan ibaret.
Yargı deseniz bugünkü şartlarda bile artık bağımsızlığından ve tarafsızlığından söz edemiyoruz, tek başına ülkeyi yönetme hakkı elde edebilirse, yargıyı ne hale getireceğini de göreceğiz.
Bu seçim, Türkiye’nin bir yol ayrımına gireceği seçim olacak.
Otokrasiyi mi seçeceğiz, yoksa herkesin eşit olacağı, yargısı bağımsız, milletvekilleri figüran olmayan bir demokrasiye mi yöneleceğiz?
Sandığın başına gittiğinizde kendinize sormanız gereken soru budur!
———————————–
İki haber ve basın özgürlüğü
Bu iki haber, dün Hürriyet’te aynı sayfada yayınlandı:
1 – Anayasa Mahkemesi (AYM), gazeteci Bekir Coşkun aleyhine verilen mahkumiyet kararını bozdu. Eleştirinin “incitici” olabileceğine dikkat çekilen kararda, “Mahkumiyet kararı, basın ve ifade hürriyetine yapılan bir müdahale olarak kabul edilmek durumundadır” denildi. Coşkun Cumhuriyet’teki “Boyalı Merdiven” başlıklı yazısı nedeniyle 1 yıl 2 ay 17 gün hapse mahkum edilmişti. AYM, Coşkun’a tazminat ödemesine de karar verdi.
2 – Cumhuriyet yazarı Özgür Mumcu için “Zalim ve korkak” başlıklı yazısı nedeniyle Cumhurbaşkanı’na hakaret suçlamasıyla dava açıldı. Mumcu’nun 1 yıl 4 aydan 5 yıl 4 aya kadar hapis cezası istendi.
Anayasa Mahkemesi’nin Coşkun lehine verdiği karar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bugüne kadar verdiği kararlara dayanıyor ve basın özgürlüğünün çağdaş bir tarifini yapıyor.
AİHM, bu tür davalarda basın ve ifade özgürlüğünün olaylar yanında değer hükümlerini de içereceğini söylüyor. “Değer hükümlerinin” kanıtlanması istenemiyor.
Gazeteci Lingens’in, Avusturya Başbakanı Kreisky için yazdığı “alçak oportünist, ahlakdışı, haysiyetsiz” gibi ifadelerini de bu nedenle “değer hükmü” olarak niteledi ve Avusturya’yı tazminata mahkum etti.
Şimdi sorum şu: Özgür Mumcu için dava açan ve hapis cezası isteyen savcının AİHM ve AYM kararlarını bilmiyor olması mümkün mü?
Bence mümkün değil. Ben biliyorum da işi bu olan savcı mı bilmeyecek?
Ama yine de davayı açıyor, çünkü esasen o da böyle bir davayı açmayıp takipsizlik kararı verecek olursa Cumhurbaşkanı ve HSYK’nın hışmını üzerine çekeceğini biliyor.
“Ben davayı açarım, kararı mahkeme versin” deyip geçiyor.
Ama bu tavrıyla da basın ve ifade özgürlüğüne ağır bir darbe vuruyor.
“Ceza tehdidi altında özgür basın faaliyetinin var olamayacağını” söyleyen AİHM kararını unutuyor.
Savcı, davasını açarken Mumcu’nun “küçültücü beyanlar kullanarak Cumhurbaşkanı’nın onur, şeref ve saygınlığını rencide ettiğini” savunuyor.
Tarafsız kalacağına “namusu ve şerefi üzerine” and içen Cumhurbaşkanı’nın kendisi, bu kavramlara ne kadar değer veriyor?
Not: Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’in “Güçsüzlerin Gücü – Türkiye’de İnsan Hakları” isimli kitabı Doğan Kitap tarafından yeni yayınlandı. Savcılar ve yargıçların dikkatle okumalarını öneririm.
———————————-