Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Bu işadamlarını acaba kim koruyor?

KAMU İhale Kurumu’ndaki (KİK) yolsuzluklar ile ilgili haberlerin nasıl olup da basına sızdığı ile ilgili olarak Ankara Emniyet Müdürlüğü bir inceleme yapıyor. Geçen hafta bundan söz etmiştim, belki hatırlarsınız.

Hazırlık soruşturmasının gizliliği temel bir kuraldır. Bu kuralın varlık nedeni de masum insanların teşhir edilmelerini önlemek, kamuoyunda peşinen mahkûm edilmemelerini sağlamak, yargılamayı yapacak olan mahkemelerin peşin fikirle doldurulmuş kamuoyunun etkisinde kalmamasını sağlamaktır.
Bu genel kurala uymak soruşturulan suç ne olursa olsun adil yargılanma hakkını korumak için gereklidir.
Ama hepimiz biliyoruz ki bu kurala bazı davalarda hiç uyulmadı. Ergenekon davalarında, askerler ile ilgili değişik davalarda polis ve savcılar ellerine geçen her şeyi medyaya sızdırdılar ve kamuoyunda bu davalar ile ilgili bir önyargı yaratmayı da başardılar. Hatta bazı davaların iddianameleri daha açıklanmadan, iddianamelerden pasajlar bile gazetelerde yayımlandı.
Bazı gazeteciler hazırlık soruşturmasında gizli kalması gereken bilgileri yayımladıkları için mahkûm da oldular.
Ama onlara bu haberleri sızdıran savcılar ve polisler için ne bir soruşturma açıldı, ne de bir ceza verildi.
Oysa hükümeti kızdıracak soruşturmalarda benzeri sızdırmalarda polislerin başka görevlere atandıklarını, savcıların dosyadan alındıklarını da biliyoruz.
Son örneğini KCK soruşturması kapsamında, soruşturmayı MİT’e doğru derinleştiren savcı ve polislerin grevden alınmalarıyla yaşadık.
KİK soruşturmasında da böyle oldu. Bugün yarın Ankara’daki bazı polislerin bu nedenle görevlerinden alındıklarını okuruz gazetelerde.
Yeri gelmişken bir konuyu daha hatırlatayım: KİK yolsuzluğunda 4 iş adamı da suçlanıyor. Suçlama bazı kamu ihalelerini “adrese teslim ihale” haline getirmeleri için kamu görevlilerine rüşvet vermeleri ile ilgili.
Bu dört iş adamının adını bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki o da bu iş adamlarının son dönemlerin zenginleri oldukları ve iktidar partisine yakınlıkları.
Savcılığın bu iş adamlarına ifade vermeleri için çağrı yaptığı da gazetelere yansıdı ama üç haftadır dört iş adamının ifade vermeye gitmediklerini de biliyoruz. Haklarında yakalama kararı çıkartıldığını da duymadık.
Bu dört iş adamının bir koruma şemsiyesi altında olduğu çok açık.
Savcılıkların, kamuoyunu yakından ilgilendiren bu tür soruşturmalar ile ilgili bilgi verme gibi bir alışkanlıkları yok. Oysa hazırlık soruşturmasının gizliliğini ihlal etmeyecek şekilde açıklamalar yapılmış olsa fısıltı gazetesinin yalan yanlış haberler yaymasına da engel olunurdu.

Çağımızın ruhu ‘ölüme hazır olmak’ değil

DİYARBAKIR’da düzenlenen Kürt Dil Konferansı “Ey Raqip” (Hey Düşman) isimli Kürt marşının okunmasıyla başlamış.
Haber bazı gazetelerde “İstiklâl Marşı yerine Kürt Milli Marşı okundu” şeklinde yer aldı. Yadırganacak bir durum göremiyorum. Bir kere her toplantının İstiklâl Marşı okunarak açılmasını garip bulurum ama belli ki Kürt kardeşlerimiz de bizimkine benzer bir “milliyetçilik” sorunu yaşıyorlar.
Öte yandan Kürtçe için bir konferans düzenlenirken toplantının “Türk İstiklal Marşı” ile açılmasını beklemek de tuhaf olurdu.
Bu yazıyı yazmamın nedeni de zaten “neden törende İstiklâl Marşı okunmadı” ya da “neden tören Irak Kürdistan Özerk Bölgesi’nin milli marşı ile açıldı” sorularını sormak değil.
Ben Mahabad Kürt Cumhuriyeti döneminde Kürtlerin ulusal marşı olan şiirin sözlerine dikkat çekmek istiyorum.
“Ey düşman, dinle düşman, Kürt halkı hâlâ yaşıyor. / Top ateşinden ve felaketlerden hiç yılmayacak. / Kürt gençliği aslan gibi şahlanıyor. / Sarsılmaz cesaretiyle, hayat tacını kanıyla kazanıyor. / Kim söyleyebilir Kürt’ün yok olduğunu! / Kürt yaşıyor, bayrağı yeniden dalgalanacak. / Biz ki Medlerin ve Key Hüsrev’in çocuklarıyız. / Kürdistan’dır daima inancımız ve yaşamımız. / Devrim çocuklarıyız kızıl renkle kutsandık. / Korkmuyor musun ey düşman, kanlı geçmişimizden! / Kürt gençliği daima kurban vermeye hazır. / Ölüme hazır, ölüme hazır, ölüme hazır.”
Ulusal marşların genellikle şoven kahramanlık, ölüm, öldürme temaları üzerine yazılmış sözlerden oluştuğunu biliyoruz. Dünyada birçok örneği var bunun. Yazıldıkları dönemin ruhuna uygun ırkçı temalar içeriyorlar.
Irak’taki özerk Kürt yönetiminin bir yarı devlete dönüşmesi ise çok yakın bir tarih. Keşke kendilerine bir milli marş seçmeye karar verdiklerinde bu çağın değerlerini yücelten sözler bulabilmiş olsalardı.
Ölmekten, öldürmekten söz etmek, 21. yüzyılda tuhaf kaçıyor.

Yine aynı sorular

BU haftaya da “bazılarının” canını sıkarak başlayacağız.
Sorular eski ama hâlâ yanıtlarını alabilmiş değiliz. Ben kısaca tekrar hatırlatayım:
KPSS sorularını çalıp dağıtan çete hâlâ yakalanamadı. Başbakan’ın bu iş için görevlendirdiği MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü işlerini yapmadılar. Savcılar acaba bu görevin neden ihmal edildiğini merak etmiyorlar mı?
Bülent Arınç’a suikast davasında üçüncü yıla girdik, hâlâ ortada bir iddianame ya da takipsizlik kararı yok. Bu ciddi iddia ile ilgili olarak “Kozmik Oda” bile arandı ama savcılar iki yılda bir dosyayı tamamlayamadılar. Acaba Ankara’daki savcıların iş yükü gereğinden fazla mı ağır?
Suudi Arabistan Kralı, ziyaret ettiği ülkelerin hepsinde liderlerin eşlerine pahalı mücevherler armağan etti. Türkiye’ye geldiğinde de böyle bir armağan verdi mi, verdiyse bunlar bugüne kadar neden beyan edilip Hazine’ye devredilmedi? Yanıtsız kalacağını biliyorum ama yine de soruyorum.
Deniz Feneri soruşturmasının savcıları, tam iddianame yazılması aşamasına gelinmişken görevden alındılar. Bu soruşturmaya yeni atanan savcılar “dosyaya hâkim olmak için” acaba daha ne kadar zamana ihtiyaç duyuyorlar? Yine bir “zaman aşırma” durumu olacak diye endişeleniyorum.