Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Geciken adalet adalet değildir

VAN Cezaevi’ndeki intihar olayını, ‘suçlamaları içine sindiremeyen bir tutuklunun geçirdiği bunalım’la geçiştiremeyiz.

Enver Arpalı’nın intiharı, adalet sistemimizin çok önemli bir sorununu, bizlere acı bir şekilde tekrar hatırlattı:

Ülkemizde yargılanmayı beklerken cezaevinde geçirebileceğiniz süreler çok uzun.

Türkiye’de eğer ‘ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren bir suçtan’ tutuklu olarak yargılanıyorsanız, iki yıl süreyle mahkemeye çıkarılmadan cezaevinde yatmak zorunda kalabilirsiniz. Eğer ‘gerekli görülürse’ bu süre üç yıla kadar çıkabilir.

Bütün bu sürenin sonunda ‘beraat etmeniz’ de hiçbir işe yaramaz. İşinizin, ailenizin, kendinizin perişan olmasıyla birlikte yattığınızla kalırsınız.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun belirttiği ‘tutukluluk halinin ayda bir gözden geçirilmesi’ hükmü de bu olayda görüldüğü gibi hiçbir işe yaramıyor.

Savcının bitmek bilmeyen hazırlığını tamamlayıp dava açması, Arpalı olayında da görüldüğü gibi aylarca sürebiliyor.

Bu intihar olayının ardından Adalet Bakanlığı’nın yanıtlaması gereken ciddi sorular da ortaya çıkıyor.

Cezaevlerindeki tutuklu ve mahkûmların can güvenliklerinden kim sorumlu? Savcıların, hazırlık için gereken ‘makul süreyi’ geçip yasada yazılı süreleri uygulamaları kanuni olmakla birlikte her zaman ‘hukuki’ midir? İşini geç yapan, savsaklayan savcıları, ‘yasa böyle’ mazereti koruyabilir mi?

Çok bilinen bir söz ama yine tekrarlamakta yarar var: Geciken adalet, adalet değildir!

‘Gladio’ ile hesaplaşma zamanı

JANDARMA Genel Komutanı Orgeneral Fevzi Türkeri, Şemdinli olayı ile ilgili olarak ‘Bu lokal bir olay’ dedi. Başbakan’ın bu söze verdiği yanıt da gazetelere yansıdı: ‘Hadise pek öyle iddia edildiği gibi lokal bir meseleye benzemiyor. Arkasında bir anlayış var. Bulgular iyice netleşsin, arkasındaki şey neyse onu kazımaya kararlıyız.’

Susurluk’un arkasındaki gizli yapılanmanın ortaya çıkarılması için yapılan kitlesel gösterilere zamanın Başbakanı Erbakan’ın ‘Gulu gulu dansı’ benzetmesini yaptığını hatırlayanlar için Başbakan’ın bu tavrı çok önemli. Ancak yetersiz. Hepimiz biliyoruz ki Şemdinli’de sürmekte olan soruşturma, bu olayla sınırlı kalmaya mahkûm ve sadece görünen gerçekleri tekrar tespit etmeye yetebilir. ‘Arkasındaki şey neyse onu kazımaya’ yetmez! Yapılması gereken, bu işe Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin el koymasıdır. Meclis’in bu olayı araştırması ve yerel savcıların ulaşamayacağı tanıkları bulup sorgulaması gerekiyor. Soğuk savaş döneminin artığı ‘Gladio’ ile hesaplaşmadan, Şemdinli olayının üstündeki esrar perdesinin bütünüyle kaldırılmasının mümkün olamayacağını düşünüyorum.

Maçı seyirci oynamayacak

ÇARŞAMBA günü Şükrü Saracoğlu’nda oynanacak Türkiye-İsviçre rövanş maçından önce Milli Takım ve Federasyon yöneticilerinin demeçlerine dikkat çekmek istiyorum. İsviçre’de, milli marşımızın ıslıklanması, kaleci Volkan’a atılan ‘maddeler’ ve soyunma odası koridorlarında yapılan terbiyesizlikler belli ki Milli Takım yöneticilerimizi çok sinirlendirmiş.

Şimdi açıkça değilse de demeçlerin satır aralarında ‘aynısını, hatta daha beterini biz de yapalım’ gibi ifadeler seziyorum.

Bunu çok yanlış ve tehlikeli bir eğilim olarak görüyorum. Bu maçtaki en önemli silahımızın ‘seyirci’ olacağı bir sır değil. Ama seyirciyi maç öncesinden başlayarak böylesine germek, bizim değil İsviçrelilerin işine yarar.

Evet, maç başladığı anda Saracoğlu’nu dolduracak seyircinin rakip üstünde bir baskı kurması gerekiyor. Böylece oldukça genç ve tecrübesiz olan rakibimizi yıldırıp sindirebiliriz.

Ancak bunu abartmak, sahaya fiili müdahaleye dönüştürmek de en çok bizim oyunumuza zarar verir.

Türkiye ligi maçlarında birçok takımımızın, kendi sahasında rahat oynayamadığı gerçeğini de unutmayalım. Bunun tek nedeninin, aşırı gergin seyirci olduğunu hatırlayalım. İsviçre’deki yenilginin, rakip seyircinin bu hareketlerinden değil, doğrudan doğruya kendi oyunumuzu oynayamamış olmamızdan kaynaklandığını da görmezden gelmeyelim. İsviçre’yi yenecek olanlar sahada forma giyecek oyunculardır, seyirci değil!