Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Şimdi sırada Anayasa Mahkemesi var

BAŞBAKAN Recep Tayip Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşları ‘türban’ konusunun ‘bir gün mutlaka’ halledileceğini söylüyorlar.

Bugün, bunun nasıl gerçekleşebileceği konusunda biraz ‘fikir jimnastiği’ yapalım.

Hatırlayacaksınız, ‘üniversitelerde türban yasağı’ dediğimiz uygulamanın kaldırılması için daha önce yapılan iki ayrı kanun değişikliği Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti.

Bugün üniversitelerde uygulanmakta olan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce de ‘hukuka uygun bulunan’ türban yasağının, anayasal zeminini Anayasa Mahkemesi’nin bu iki kararı oluşturuyor.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarını dayandırdığı Anayasa’nın 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘laik niteliğini’ tanımlıyor, 4. maddesi ise bu maddenin ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez’ olduğunu belirtiyor.

Bu iki özel karar dışında, Refah ve Fazilet Partisi’nin kapatılmalarına ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi’nin iki kararı daha var. ‘Türban’ ile ‘laiklik’ arasında bir yasal ilişki kuran ve AİHM tarafından da onaylanan iki karar.

Bunları hatırlattıktan sonra soralım: Başbakan’ın ‘bir gün mutlaka yapacağını’ söylediği ve türbanı serbest bırakacak düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararlarına ve Anayasa’nın açık iki hükmüne rağmen gerçekleştirilebilir mi?

Evet, gerçekleştirilebilir. Ama bir tek yolla!

‘Bir gün’ TBMM çoğunluğu üniversitelerde kılık kıyafet serbestisini öngören bir kanun çıkarır. Kanun, değişikliğe karşı olanlarca Anayasa Mahkemesi’ne götürülür ve Anayasa Mahkemesi, eski kararlarını yok sayarsa, kanun yürürlüğe girebilir.

Demek ki şimdi AKP Hükümeti’nin Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü bileşimini ve yapısını değiştirecek yönde bir girişimini beklemek gerekir diye düşünüyorum.

Başbakan’ın ‘kurumsal mutabakat’tan kastettiği şey de bu olsa gerek.

Bugün yarın Anayasa Mahkemesi’nin ‘günün şartlarına göre yeniden oluşturulması gerektiğine’ yönelik tartışmaların başladığını görürseniz, hiç şaşırmayın.

Her şey bittiyse strese gerek yok

FUTBOLU heyecanlı ve ilginç bir oyun haline getiren tek şey, sanırım sonuçların önceden kestirilemeyecek olması olmalı.

Eğer böyle bir olanak olsaydı ne çarşamba günü Kadıköy’de maça gitmemize gerek kalacaktı, ne de bu yazıları yazmamıza.

Çünkü cumartesi gecesi oynanan ikinci devre, bize Kadıköy’deki oyunun nasıl cereyan edebileceği konusunda fikir veriyor. İsviçre, Kadıköy’de cumartesi gecesi ikinci yarıda oynadığı oyunu oynamak isteyecek.

Fatih Terim’in başına gelenler, Avrupa Şampiyonası son eleme turunda Şenol Güneş’in başına gelenlerden pek farklı değil.

Terim de, Güneş gibi ‘yeni bir şeyler denemek yerine eskiye takılıp kalmanın’ bedelini ödüyor.

Dünya Kupası elemeleri için yola çıktığımızda iyi bir fırsatımız vardı, kullanamadık.

Dibe vurmuş bir takımı tümüyle değiştirmek ve yeni bir anlayışla yola çıkmak fırsatı biraz Ersun Yanal’ın idareciliği bilmemesinden, biraz da bizlerin tahammülsüzlüğünden kaçtı.

Ama dediğim gibi hálá bir şansımız var: O da Kadıköy’de, biraz futbol dışı da olsa seyirci müdahalesiyle İsviçre’nin genç oyuncularını çabuk panikletmek ve o panikten istifade ederek yaratıcı oyuncularımızı da kullanıp sonuca gitmek.

Ama her halde çarşamba günü sahaya çıkacak oyuncular da cumartesi gecesi çıkanlarla aynı olmamalı.

Altıntop’ların, Serhat’ın, cezası bitecek Emre’nin kenarda unutulmayacağı bir kadrodan söz ediyorum.

Bir şey daha var: Cumartesi geceki maçtan sonra futbol kamuoyumuzdaki ‘bu iş bitti’ havası da bizim için bir avantaj olacak diye düşünüyorum. ‘Her şey bittiğine göre’ strese gerek yok ve biz stres olmadığı zaman hep daha iyi futbol oynayabiliyoruz.

Memur gerçekten ‘vergi’ veriyor mu?

GEÇEN gün gazetelerde şöyle bir haber okudum: Ankara’nın memuru, vergide İstanbul’un işadamları ve diğer zenginlerle yarışıyor!

Şunu söylersem sinirlenecekler çıkacaktır eminim, ama söyleyeceğim: Siz hiç vergi veren memur gördünüz mü? Hemen söyleyeyim, ben görmedim.

Devlet memuruna şöyle diyor: ‘Ahmet Bey, Necla Hanım, ben size şimdi beş lira veriyorum ama o aslında üç lira!’

Devlet, bordro üzerine yazdığı ama aslında hiç ortada olmayan bir parayı sonra götürüp ‘vergi geliri’ diye bir başka hesaba kaydediyor.

‘Vergi vermek’ demek, esasen, bir faaliyet sonucunda kazanıp, eline aldığın paranın bir bölümünü sonra götürüp Maliye veznelerine yatırmak demektir.

‘Memurun vergisinden’ söz edeceksek, ona da böyle yapmanız gerekir. Yani bordrosunda yazılı olan ‘brüt’ rakamı eline verirsiniz ve ondan yıl sonunda bazı harcamalarını düşerek kalan rakam üzerinden bir vergiyi getirip ödemesini istersiniz.

Eğer böyle yaparsanız, memurunuzun alışverişlerde belge toplamasını, kayıt dışının azalmasını da sağlayabilirsiniz.

İşte o gün ‘İstanbul’un işadamları’nın ödediği vergi ile ‘memurun ödediği vergi’yi kıyaslamak mümkün olabilir. Aksi takdirde yapılan şey elmalarla armutları kıyaslamaktır.