Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Hamamın namusu meselesi

ÇOCUKLARIN da okuyabileceği bir günlük gazetede bu öyküyü anlatmak ne kadar doğru bilmiyorum ama “Acaristan” ile ilgili gelişmeleri izlerken aklıma bu öykü geliyor hep.

Cinsel tercihleri karışık bir adam günün birinde bu konularda hayli ünlü bir hamama gitmiş.

Durumu tellaklara açıklayınca da bir güzel dövülerek, hamamdan dışarı atılmış.

Bir süre sonra bu kez sadece yıkanmak amacıyla aynı hamama gitmiş ve bakmış ki ortalık yıkılıyor!

Tellağa sormuş: “Yahu geçen sefer beni bu yüzden sopalarla dövmediniz mi?”

Tellak yanıtlamış: “Biz senede bir gün hamamın namusunu kurtarırız, demek ki sen o güne denk gelmişsin.”

Acarkent, en azından bir on-on beş senelik öykü.

Bugün Beykoz Ormanları’ndaki talanı yeni keşfetmiş gibi emirler yağdıran yetkililer de neresinden baksanız İstanbul’da 10, Türkiye’de 4 yıldır iktidarda.

Bu beylerin dönemlerinde ormanların konut arazisine dönüştüğü, hatta bazı arazileri orman arazisi olmaktan çıkarmaya çalıştıkları, bunun için Anayasa değişiklikleri tasarladıkları da bir sır değil.

Hatta bizzat Başbakan’ın Belediye Başkanı seçilmeden önce oturduğu kendi evi de ruhsatsız bir binaydı. Sultanbeyli’nin ormanın adım adım yok edilip genişlemesi de o yıllara rastlıyor.

Emin Şirin’in sorduğu gibi Adnan Hoca’nın orman arazisindeki malikánesi de bu dönemde yapıldı.

Bu nedenle İstanbul’da orman yağmasının tek sorumlusu sanki bir tek siteymiş gibi davranılmasını “hamamın namusu öyküsüne” bağlıyorum.

Bir gün ormanın namusunu kurtarmaya karar verdiler ve o da Acarkent’in başına patladı!

Meraklıları için özel not: Acarkent’te ve başka ormanlık alanlarda herhangi bir mülküm bulunmamaktadır.

İstanbul trafiği için ’tercihli yol’ önerisi

GEÇEN cumartesi günü Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Mustafa Ilıcalı’nın verdiği bir demeçle ilgili bir eleştirim yayımlandı.

Prof. Dr. Ilıcalı, telefonla beni arayarak, yazdığım eleştiriyi “kırıcı ve incitici” bulduğunu söyledi.

Söz konusu olan yazımda, Prof. Dr. Ilıcalı’nın “aynı binada oturup aynı işyerinde çalışanların sayısı” ile ilgili bilgiye nasıl ulaştığını merak etmiştim.

Prof. Dr. Ilıcalı, İstanbul’da trafik sorununu yaratan en önemli konunun yapılan yolculukların yüzde 90’ının karayoluyla gerçekleştirilmesi olduğunu belirtiyor.

Ayrıca ticari taksilerin boş olarak yollarda gezinmesinin yarattığı tıkanıklıklara da dikkat çekiyor.

Önerisini şöyle tekrarlıyor: “Ayrıca gelişmiş bazı ülkelerde tercihli otobüs yollarında doluluğu fazla olan otomobillerin seyrine de izin verilmektedir. Bu durum otomobil trafiğinin azaltılması için bir yöntemdir. Kısa vadede oluşturulacak tercihli yollarda, otobüslerin yanı sıra belli doluluktaki otomobillere yer verilmesi sayesinde otomobil sahipleri kendi tedbirlerini alarak bu yollardan istifade etmenin büyük avantajını yaşayacaklardır. Bu, birçok ülkede uygulanan bilimsel bir çözümdür. Makalenizde yer alan şahsımı küçülten ifadeniz bir bütün içerisinden başı sonu belli olmadan cımbızla çekilen bir kısımdır. Böyle olunca da verilen anlam bu şekilde alaycı olmaktadır.”

Gazetecilerin eleştiri haklarını kullanırken, muhataplarını incitmeye ve küçültmeye haklarının olmadığına inanıyorum.

Prof. Dr. Mustafa Ilıcalı’yı da eleştirirken incitmek gibi bir niyetim elbette yoktu.

Durumu, siz değerli okuyucularımın bilgisine de sunuyorum.

Eğitimciye bak çocukların haline ağla!

PAPA 16. Benedikt, ziyaretini tamamlayıp ülkemizden ayrılırken “Kalbim İstanbul’da kaldı” demişti.

Bunun üzerine Eğitim-Sen isimli memur sendikasının bir şube başkanı da Papa’ya posta ile bir öküz kalbi yollamış.

Bunu marifetmiş gibi açıklıyor ve “Papa’nın kokuşmuş kalbinin Türkiye’yi daha fazla kokutmaması için” bu eylemi yaptığını söylüyor.

Sendikanın adına bakarsanız bir “eğitimci” ile karşı karşıyayız.

Ve kendi camiası içinde de önemli bir kişi olmalı ki sendikanın yöneticiliğine kadar seçilebilmiş.

Demek ki böyle bir kişiyi, kendilerini temsile layık gören sayıda bir grup eğitimci var.

Bulduğu protesto yönteminin seviyesine bakarak çocuklarımız için endişelendiğimi söylemeliyim.

Böyle bir kafaya sahip olan eğitimciler mi çocuklarımıza demokrasiyi, hoşgörünün erdemini, başka inanç ve fikir sahiplerine saygı duymayı öğretecek?

Böyle yaratıcılık yoksunu bir kafa mı çocuklarımızın yaratıcılıklarını geliştirecek?

Hatırlayacaksınız, Danıştay’da cinayet işleyen katilin babası da bir eğitim müfettişiydi ve oğlunun marifetini savunuyordu.

Çok merak ediyorum, bunlardan Milli Eğitim camiasında kaç tane var?

Ve kaç çocuk, böyle kafaların elinde zehirleniyor?