Cemaat şeffaflaşmak zorunda
TUTUKLU gazeteci Ahmet Şık’ın İmamın Ordusu isimli kitabının taslak halindeyken “örgüt dokümanı” iddiasıyla “tutuklanması”, yayınevindeki kopyalarına el konulması üzerine başlayan tartışmada Fethullah Gülen, kendisinin bu yönde bir telkininin olmadığını açıkladı.
Başka türlü olması da beklenemezdi. Kimse de kitabın Fethullah Gülen’in emriyle toplandığını iddia etmiyor zaten.
Fethullah Gülen ile tanışmışlığım var, 28 Şubat döneminde ciddi bir baskı gördüğünde de bir kez kahvaltı etmiştik. Daha sonra aleyhine açılan “terör örgütü” davası nedeniyle, davanın saçmalığı üzerine yazdıklarım da Radikal arşivinde duruyor.
Fethullah Gülen, benim tanıyabildiğim kadarıyla mistik yönü ağır basan, kendine özgü bir felsefesi olan bir din adamı.
Onun bu yönüyle kısaca “Fethullahçı” diye tanımlanan organizasyonu birbirine karıştırmamak gerek.
Kişisel kanaatim şu ki bugün Fethullah Gülen isminin etrafında dönen tartışmaya su taşıyan hususlardan biri ve en önemlisi bu organizasyonun niteliği.
Said-i Nursi’yi anlatacak bir filmin çekimi sırasında yaşanan olayları Yeni Şafak’ta yayımlanan bir yazıdan yararlanarak sizlere daha önce aktarmıştım.
Filmi çekmek isteyen kişi cemaate yakın önemli birisine ulaşmış ve filmin finansmanına destek istemişti. Sonrasını da onun gazetedeki yazısından öğrendik.
Bir tür “mütevelli heyet” toplanmış, başka konularla birlikte bu konuyu da görüşmüş ve filmi desteklememeye karar vermişlerdi.
Yani ortada kendisine Fethullah Gülen’in izleyicileri sıfatını uygun görmüş bir grup var. Bu grubun gayrı resmi bir yönetimi var. Bu grubun yönettiği, miktarı ve kaynağı belli olmayan bir bütçe de var.
Muazzam bir parasal kaynak bu ve bu kaynakla değişik işler yapılıyor, gazeteler basılıyor, televizyonlar idare ediliyor.
Bir adım ileri gidip bunun bu yönüyle bir “gizli örgüt” olduğunu bile iddia edebilmek mümkün.
Üstelik kamuoyunda yaygın kanaat bu cemaatin devletin kurumları içinde kadrolaşma çabası içinde olduğu, bunu bazı kurumlarda büyük ölçüde başardığıdır.
Fethullah Gülenci cemaat, bu nedenle suçlanmaktan rahatsız ise yapacağı şey şeffaflaşmaktır.
Nitekim ABD’de başlatılan FBI soruşturması büyük ölçüde böyle bir şeffaflığın olmamasından kaynaklanıyor.
‘İmamın Ordusu’ isimli kitap ne anlatıyor?
GAZETECİ Aydın Engin, Ahmet Şık’ın kitabının bir taslağını daha önce okuyan az sayıdaki kişiden biri.
www.t24.com.tr isimli internet gazetesindeki köşesinde önceki gün kitabın nasıl bir hazırlık süreci sonunda yazıldığını açıklamıştı. Dün de kitabın içeriğini anlatan bir yazı yazdı.
Aydın Engin şöyle yazıyor: “Sizleri düş kırıklığına uğratmak istemem ama İmamın Ordusu kitabı öyle ortalığı allak bullak edecek, bilenmeyen müthiş sırları günışığına çıkaracak bir kitap değil. Sadece titiz, dürüst bir gazetecilik çalışması! Dedektiflikle değil, sabırla, inatla, geceler ve geceler boyu uykusuz kalmacasına, resmi raporlar, demeçler, tutanaklar, yazılar, karşı yazılar, savunmalar, iddialardan oluşan dev boyutlu bir belge yığını ve saatler tutan görüşmelerde elde edilebilmiş tanıklıkların bant çözümleri ya da yazılı cevapları içinde iğneyle kuyu kazmacasına çalışıp yazılan bir kitap.”
Engin daha sonra kitabı okuyanlarda iki yargının uyanacağını anlatıyor. Engin’in yazısından aktarıyorum:
“Bir: Bu kitapta aktarılanların birçoğunu duymuştum, okumuştum ama böyle derli toplu görememiş ve hele birbirleriyle ilintilerini kuramamıştım, denecektir.
“İki: Polis örgütü içinde ne kadar amansız, ne kadar acımasız bir iktidar savaşı sürdüğü ayan beyan olacaktır. “Polis dediğin devletin memurudur, savcıların ve İçişleri Bakanlığı’nın emrindeki görevlilerdir. Bunun iktidarı ne olur” diye soracak saf yurttaşlara bir gazete yazısı içinde söylenecek sözüm yok. Ama gizli dinleme, devlet adına (bazen da kendi adına) zor kullanma yetkisine sahip bir örgütlenmenin devlet içinde nasıl güçlü bir iktidar odağı olduğunu, olabildiğini bilen kulağı kesikler (yani en azından darbe dönemlerinde işkence tezgâhına yatırılmış ya da hapishanede volta atmışlar) bunu iyi anlayacaklardır.”
Kitabın içeriği ile ilgili konuları merak edenlerin Aydın Engin’in iki yazısını okumalarını öneririm. (Not: Dünkü Radikal’de de Ertuğrul Mavioğlu aynı konuyla ilgili geniş bir haber yazdı, internetten okuyabilirsiniz.)
Türkiye’yi Mısır ile karıştırmayalım
BDP’nin seçimler öncesinde başlattığı sivil itaatsizlik eylemleri kuşkusuz ki demokratik bir hakkın kullanımıdır.
Bazı şartlarla elbette: Şiddete dönüşmeyecek, şiddeti yüceltmeyecek ve insanları bu direnişe katılmaya zorlamayacak!
Ama bu demokratik hak kullanılırken bazı BDP sözcülerinin ağızlarından çıkanı kulaklarının da duyması gerekiyor.
Bu eylem ile Tunus’ta başlayıp Arap ülkelerine yayılan eylemler arasında paralellikler kurmak, sonucunun benzer şekilde gerçekleşebileceğini hatta daha da şiddetlisi olabileceğini iddia etmek moda deyimle “amacını aşıyor” olmalı.
Şunu unutmayalım: Türkiye’de meşru bir rejim ve iktidar var. Seçimle işbaşına geldi, önümüzdeki seçimlerde büyük olasılıkla bir kez daha iş başına gelecek, seçimi kaybederse hukuk kuralları içinde iktidarı seçimi kazanana devredecek.
Böyle bir rejim ile Arap diktatörlüklerini aynı kefeye koymak, buradaki eylemin de benzer sonuçlar vereceğini iddia etmek saçmalıktan başka bir şey değil.
Bu ülkede iyi kötü yürüyen bir demokratik düzen var. Bugün yaşadığımız ve bazılarımızın demokrasiye aykırı olduğunu iddia ettiğimiz uygulamalar da yine bu demokratik düzen içinde çözülecek. Aksini düşünmek de, iddia edebilmek de mümkün değil.
BDP, “demokratik bir hakkı” kullanırken, sorunun çözümünün yine demokrasi içinde olacağını aklından çıkarmamalı.