Hrant için, adalet için burada olacağız!
Hrant Dink’in öldürüleceği, Emniyet için de, Jandarma için de, MİT için de bir sürpriz değildi.
Bunu biliyorlardı, hatta Valiliğe çağırıp “korkutmaya” da çalışmışlardı.
Biliyorlardı, Emniyet’in ve Jandarma’nın kullandığı istihbarat elemanları bunu haber vermişlerdi, kimin planladığını bile söylemişlerdi.
Ama engel olmadılar!
Kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Nefret suçundan beslenen bir cinayetti ve bu cinayetin ortakları bugüne kadar adalet karşısına çıkarılabilmiş değil.
AKP hükümeti, bu olayda sorumluluğu olabilecek kamu görevlilerinin yargılanmasına daha düne kadar izin vermedi.
İzin vermediği gibi hepsi zaman içinde terfi etti, müdürler vali oldu, valiler bakan oldu.
Eğer Fethullah Gülen cemaatiyle araları bozulmamış olsaydı, bugün de böyle bir şey olmayacaktı.
Şimdi, bu cinayetin işleneceğini gayet iyi bilen iki polis, yargılanacak.
Belki onlarla birlikte başkaları da yargılanacaklar.
Kimlerin yargılanıp, kimlerin yargılanamayacağını belirleyecek şey, hukuk ya da deliller değil, kimin cemaatçi, kimin “Tayyipçi” olduğu ile ilgili olacak.
“Adalet”in yerini bulması için öyle görünüyor ki daha çok uzun zaman beklememiz gerekecek.
Bütün bu süreç içinde bizlere düşen görev bu cinayeti unutturmamak.
Elimizden şu an için sadece bu gelebiliyor.
Unutmayacağız, unutulmasına izin vermeyeceğiz.
Güç sahipleri bu yazdıklarımı tebessümle karşılıyor olabilirler, geçmişte bu tür cinayetlerin faillerinin kurtulduğu gibi kendilerinin de kurtulabileceğini düşünebilirler.
Olsun, öyle düşünsünler.
Ama onlar da unutmasın ki biz buradayız, susup, oturmak nedir, onu da bilmiyoruz!
Bu ismi nasıl unutabiliriz ki?
Meclis Soruşturma Komisyonu, dört bakan ile ilgili soruşturma raporunda “rüşvet” denilen durumun da bir tanımını yapmış.
Hürriyet muhabiri Bülent Sarıoğlu’nun haberine göre, suçun konusu “menfaat” olarak tanımlanıyor ve bunun da “geniş” anlaşılması gerektiği ifade ediliyor.
Raporda şöyle bir bölüm var: “Menfaat maddi, manevi veya cinsel nitelikte olabilir, menfaat kamu görevlisine sağlanabileceği gibi onun bilgisi dahilinde üçüncü bir şahsa da verilmesi mümkündür.
Suçun oluşması için sağlanan menfaatin parasal değerinin tam olarak tespit edilmesi gerekmemektedir.”
Bunu okuyunca, İstanbul’da, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında “takipsizlik kararı” veren savcı beyi hatırladım ister istemez.
İsmini yazamıyorum, çünkü bu savcının ismini twitterda yazdığı için gazeteci Sedef Kabaş’ın evi basıldı, bilgisayarlarına el konuldu, iki gün gözaltında tutuldu ve şimdi de 5 yıla kadar hapis cezası ile yargılanacak!
Kabaş’ın yaptığı, savcının ismini yazmak ve bu ismin unutulmayacağını söylemek.
Bunu yaptığı için “terörle mücadelede görev almış kamu görevlisini hedef olarak gösterdiği” iddia ediliyor.
Yazdığı mesajda “işte bu da terörle mücadele eden şu adamdır, haydi gidin ona gününü gösterin” gibisinden bir şey de söylemiyor!
Zaten böyle söylese, hangi terör örgütü bu mesajdan kendisine vazife çıkaracak, o da ayrı bir tartışma konusu.
Ama bu davayı açıyorlar, çünkü amaçları “sindirmek”, bu konuda başka şeyler yazıp çizeceklere peşin gözdağı vermek.
Ama işte gördüğünüz gibi mızrak da çuvala sığmıyor.
Savcı beyin takipsizlik kararı, TBMM Soruşturma Komisyonu’nun raporuna çarpıp, dağılıyor!
Zaten işte bu nedenle de savcı beyin ismini sık sık hatırlayacağız.
“İşte böyle savcılar da vardı” diye örnek olay olarak!
Plan, şimdilik tıkır tıkır işliyor
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bin küsur odalı sarayında hükümeti topladı ve “başkanlık” yaptı.
Buna bir tür “tatbikat” da diyebiliriz, başkanlık sistemi tatbikatı yani!
Ama tabii Anayasa ve kanunlar ortada durduğu sürece, bu yaptığı iş bir fanteziden de öteye gidemiyor.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, o toplantıya girerken de Başbakan idi, toplantıdan da o sıfatla çıktı.
Cumhurbaşkanı, “bana bir tek konu dışında danışmadılar” diye AKP grup yöneticilerine serzenişte bulundu, bundan sonra da Anayasa değişene kadar durum farklı olmayacak.
Ama bir rejim krizinin ayak seslerini duyduğumuz gerçeği de değişmeyecek.
Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı adayı olduğunda, Anayasa’daki yetkilerinin sınırlarını biliyordu.
Madem Başbakanlık yetkilerine sahip olmak istiyordu, o zaman niye Cumhurbaşkanı olmak için yanıp tutuştu?
Çünkü Anayasa’yı değiştirebilecek güce sahip olduğunda, Başbakan da olsa bu değişikliği yapardı, bir yeni seçim ile ülkenin “ilk Başkanı” olabilirdi.
Bunu yapmadı, çünkü hesabında olan şey, “partideki ağırlıklardan kurtulmak” diye tanımlanabilir.
Bu hamleyle hem “üç dönem” kuralından taviz vermedi, böylece partideki Bülent Arınç gibi ağırlıklardan kurtulabildi, bir tek hamleyle Abdullah Gül’ü de oyun dışına itebildi.
Kendisine dikensiz bir gül bahçesi yarattı, şimdilik “tatbikat” yaparak idare ediyor,
Anayasa’yı değiştirme olanağı bulduğu gün de ülkenin “seçimle iktidara gelen ilk kralı” olma peşinde!
Bakalım bu oyun planı, sonuna kadar işleyebilecek mi?