GEÇENLERDE gittiğim Fethiye’de, bölgede yerleşik yabancılar ve turistler için yayımlanan, bedava dağıtılan Sun Express isimli İngilizce bir gazete elime geçti.
Derli toplu, özenilerek hazırlanmış bu gazetede, bölgeden haberlere, reklamlara ve küçük ilanlara yer veriliyor.
Haberlerin seçimi de her gazete gibi okuyucunun ilgisini çekecek konulara yönelik.
Nitekim okuduğum haberler, bölgede yaşayan bir yabancı için ilginç sayılabilecek içerikteydi.
Bir tanesi hariç!
Bu haberin başlığı “75 and stil reading” idi. Yani “75 yaşında ve hálá okuyor!”
Haberde söz konusu yaşlı beyin bir de fotoğrafı yer alıyor.
Meteoroloji’den emekli Hatemi Çolak, 9 yaşında başladığı okuma eyleminden hiç vazgeçememiş. İki binden fazla kitap okuduğunu söylüyor. Kendisi aynı zamanda şair, 300’ün üzerinde şiiri var.
Gazetenin editörlerinin bu haberi neden ilginç buldukları belli: 75 yaşına gelmiş bir Türk’ün okumaktan zevk almaya devam etmesi, bizler için şaşırtıcı.
Boş vakitlerinde gözlerini ilerideki bir boşluğa dikip saatlerce kımıldamadan oturmak ya da televizyon seyretmek bizim ülkemizde daha çok rastlanan bir durum çünkü.
Gazeteyi okuyan yabancıların, bu haberin neden yayımlandığını anlayamadıklarına da eminim. Çünkü onların en cahilleri için bile okumak, yetişkin bir insan için çok normal bir eylem.
Güney sahillerimizde plajda yatanların yerli mi yabancı mı olduğunu ayırt etmenin en kestirme yolu, kimin elinde bir kitap olduğuna bakmaktır.
Kitap okumak, küçüklükten kazanılan bir alışkanlık! Çocuklarımıza bu zevki aşılayabilmek için de önce rol modeli olmak gerek. Ana babası kitap okumayan çocuk, nasıl kitap okuyucusu olabilir ki?
Gerçi halkımızı da çok suçlamıyorum bu konuda.
Kitap okuduğu, evinde kitap bulundurduğu için yıllarca süründürülen o kadar çok insan gördüler ki çocuklarını bu “zararlı alışkanlıktan” korumak istemeleri çok doğal.
Viyana’nın fethi meselesi bitmiştir!
DÜN deyim yerindeyse “sabahın kör karanlığında”, Türkiye-Hırvatistan maçını izlemek için Viyana’ya geldim.
Şu anda bu yazıyı yazdığım yerde, tam karşımda Tuna Kanalı ağır ağır akıyor.
Viyana kapılarından iki kere dönmüş olmanın, genlerimizde yarattığı travmayı hálá atlatamadığımızdan mıdır, bilmiyorum ama bu kente ne zaman gelsem, havaalanı polisi pasaportuma giriş damgasını bastığında “işte” diyorum, “Viyana’ya girmeyi başardım!”
Dün sabah gazetelerimizin spor sayfalarından yansıyan hava da buydu. Şu kadar yüz yıl sonra Viyana’yı fethetmeye hazırız!
Gerçi şehrin dört bir yanına dağılmış kebapçılara ve dönercilere bakılırsa kentin fethi meselesi gündemimizden çıkmış olmalı.
Tabelalardan birinde de “Meşhur Afyon şinitzeli” yazısı okursam, hiç şaşırmayacağım!
Bu kentteki en eski “Türk izi” kahve, bunu bilmeyen yok.
Kuşatmanın ardından geride bırakılan kahve çuvallarının bu kentin sosyal yaşamına damgasını vurması hoş bir ayrıntı! Ve bu kent o yıllardan beri pişirdiği kahve ile tanınıyor. Üzülerek söylemeliyim ki galiba o eski iz de globalleşen ekonominin kurbanı olmak üzere.
Köklü bir geleneğin yaşandığı o şahane kafelerin bulunduğu bu kent bile Starbucks işgali altında. Ve masalarının doluluğuna bakılırsa, yakında ne Sacher kalacak, ne de Cafe Central!
Bu yazıyı yazdığım saatlerde daha maç başlamamıştı.
Ama maçın oynandığı stadyumda daha önce seyrettiğim üç maçın üçünde de Türk takımları kazandığı için maçın sonucundan çok da endişe etmiyorum. “Uğurlu” bir stadyum burası benim için.
Ve şöyle diyorum: Maçı kazanalım da, Fatih Hoca biz gazetecilere biraz daha kızsın, ziyanı yok!
Alışveriş merkezi!
TÜRK siyasal tarihinin ilginç olaylarından biri diye hatırlayacağımız bir haberi dünkü Milliyet’te okudum.
Hazine yardımı alamadığı için maddi sıkıntı içine düşen ANAP, genel merkez binasının yerine “yap, işlet, devret modeliyle” bir alışveriş merkezi inşa ederek, mali kaynak yaratmaya karar vermiş.
Bu bina rahmetli Turgut Özal tarafından yaptırılmış ve 1989 yılında hizmete girmişti.
O tarihten bugüne önemli siyasal gelişmelere tanıklık etti, bir dönemin “en kalabalık” parti binasıydı.
Ve şimdi yine Özal tarafından bulunmuş bir model ile tarih sahnesinden çekilecek.
Bu binanın bir alış veriş merkezine dönüştürülmesi aynı zamanda kaderin de bir cilvesi olmalı.
Çünkü alış veriş merkezi denilen kavramla da yine Turgut Özal sayesinde tanışmıştık.
Ve daha da önemlisi, hayatı salt bir alış veriş meselesi olarak algılayan bir siyasi ideolojinin merkezinin, sonunda bir alış veriş merkezine dönüşecek olması.
ANAP, uzun iktidar yılları boyunca alışverişin merkezi olmasaydı, genel merkez binası da şimdi bir alışveriş merkezi olmayacaktı.