Irene ile tanıştım üzerime su boca etti!
IRENE Kasırgası’na New York’ta yakalandım. Rüzgârı yüzümde hissetmeyi istemek gibi bir saçmalık da yaptım ve bu yaklaşık on saniye içinde sırılsıklam olmam ile sonuçlandı ama şikâyetçi değilim.
Şöyle düşünün: Üstü açık bir arabada 120 kilometre hızla giderken ayakta durmaya çalışıyorsunuz!
Kasırganın gelmesine üç-dört saat kala, gece yarısını geçen saatlerde sokaklarda kimse yoktu. İstanbul’un “sayım günü” halini andıran bir durumdu.
Kasırganın ABD’nin doğu sahiline çarpacağı belli olduktan sonra bir toplumun nasıl organize olup bir felakete hazırlanabildiğini izlemek, benim için ilginç bir deneyimdi.
Bir gün önceden rüzgârın kente hangi hızla vuracağı, kaç kilo yağış bırakacağı belliydi. Alçak yerleri su basacağı için o bölgelerde oturanlara “tahliye emri” verildi. Kentte barınaklar hazırlandı. Kentin geri kalan bölgeleri de iki ayrı kategori olarak işaretlendi. Fırtına beklenenden şiddetli olursa boşaltılacak yerler ve tehlikenin ulaşma olasılığı olmayan yerler belirlendi. Otelim beyaz bölgedeydi, bunun verdiği rahatlıkla kasırga deneyimi için ara ara kafamı dışarı uzatabildim.
Cumartesi günü öğlen saatlerinden itibaren metro kapandı, otobüs seferleri kaldırıldı, köprüler ve tünel kapandı. Bunun sonucunda da bütün şehir kapandı: Lokantalar, mağazalar, marketler, bütün işyerleri.
En ufak yağmurda ortadan kayboluveren sarı taksiler ise bu kez köşe başlarında bekleyip, müşteri arıyorlardı ki en çok bu görüntüyü sevdim! Onlarla karlı ve yağmurlu günlerden kalan hesaplarım vardı!
İlgimi asıl çeken şey ise televizyonda yetkililerin yaptıkları açıklamalardı. New York’un ünlü belediye başkanı ve valisinden tutun da, sıradan bir köyün şerifine kadar değişik çap ve boyda yetkililer.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi onlar da aynı şeyleri söylediler: Sakin olun, korkmayın, emirlere uyun, tedbirleri aldık, gerekirse bizi şu telefondan arayın gibi!
Ama bunu yaparken hiçbiri ekranda tek başına değildi.
Şöyle bir tablo düşünün: Bir yetkili açıklama yapıyor, arkasında ve yanında yarım ay şeklinde dizilmiş ve kentin değişik fonksiyonlarından sorumlu yardımcıları var. Bir ekip görüntüsü verilmeye özen gösteriliyor. Kimse söze karışmıyor ama açıklama yapan yöneticinin yanında, omzunun dibinde ve ayaktalar!
Bunu izlerken bizde durumun ne kadar farklı olduğunu düşündüm. Bizim yetkililerimiz “tek adam oyununu” severler çünkü. Ekranda tek başlarına görünürler ve konuşurlar.
Özellikle bu tür durumlarda, açıklama yaparken bir ekip çalışması görüntüsü vermek, vatandaşı rahatlatmak için daha doğru gibi geldi bana.
Kasırga nedeniyle alınan önlemlerin aşırılığını eleştirenler de oldu tabii. Ama belli ki geçmişte Katrina Kasırgası’nı hafife almanın nelere mal olduğunu görmek, bu kez yetkilileri yoğurdu üfleyerek yemeye yönlendirmiş.
Bu dava adalet sistemini de germiş!
ANKARA ’da Deniz Feneri soruşturmasını yürüten üç savcının görevden alındığı haberini internetten okudum. Malum gazetelerin haberi gizlemekteki başarılarını takdir etmekle birlikte, birinciliği Anadolu Ajansı’na verdim! Onlar haberi hiç koymadılar!
Soruşturmanın savcıları, sanıklar tarafından HSYK’ya şikâyet edilmişlerdi, mal varlıklarına el koyma kararları ile ilgili tahrifat iddiasıyla.
Böyle midir, değil midir bilemem, bununla ilgili soruşturma bitince öğreniriz.
Ama Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın üç savcıyı görevden alma biçiminin hoş kaçmadığını da söyleyeyim: Odacı ile tebliğ edilen tek satırlık bir yazı!
Bu tavır, “tam bağımsız adalet sistemimizi” de hayli germiş!
Soruşturmaya yeni atanan savcılara başarılar dilerim, daha önce olduğu gibi onları da dikkatle izleyeceğim, şimdiden söyleyeyim.
Sanıklar açısından sevindirici bir durum tabii.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın sanık hakları konusundaki titizliğini de kutlarım.
Darısı İstanbul’un başına diyelim! Sanıklar lehine olan delilleri dosyaya koymayan, adli emanette unutan, sonra bunları hiç dikkate almadan tutuklama isteyen savcılar ve delillere bakmadan tutuklama kararları veren yargıçlar da var biliyorsunuz.
Hatta soruşturulan suçla ilgisi olmayan bir özel telefon konuşmasını iddianamesine koyduğu için bir savcıyı şikâyet eden gazeteci de bu nedenle örgüt üyeliği ile suçlanıp hapse atıldı, halen hapiste!
HSYK müfettişleri, Deniz Feneri’ni hallettiklerine göre bu işlere de bakarlar mı acaba?
İdare-i maslahat işe yaramaz!
FUTBOL Federasyonu Fenerbahçe’nin küme düşürülme ile ilgili talebini “Yazılı istek yok” diyerek reddetti.
Neden yazılı istek gerekiyordu, anlayamadım.
Şampiyonlar Ligi’ne katılması “şike kuşkusu nedeniyle” yasaklanmış bir takımın bu yıl Süper Lig’de işi ne?
Futbol Federasyonu Etik Kurulu, savcılığın kendisine verdiği dosyaları iki haftadan uzun süre inceledi ve bir karara varamadı. Ama UEFA’nın bir yetkilisi, savcı ile bir saat konuşup bir karara varabildi.
Federasyon ne yapmak istiyor, anlayabilmek zor.
Türkiye’de futbolu yönetmek mi istiyor, yoksa tek derdi yayıncı kuruluştan gelecek dolarları garanti altına almak mı?
Savcılığın açıklamaları UEFA için yeterli oluyorsa, TFF için neden yeterli olamıyor?
Üstelik dosyalar da ellerinde!
Acaba dosyalarda yazılı olanları yeterince güçlü bulmadıklarından olabilir mi?
Futbol Federasyonu’nun bu olayda “durumu idare etmekten” daha fazlasını yapması gerekiyor.
Gelecek sezonları da riske atmamak için!