İşe tutuklulardan başlanmalı
ADALET Bakanı Sadullah Ergin açıkladı: Cezaevlerimizin kapasitesi 119 bin kişiyi barındırmaya müsait ama şu andaki tutuklu ve hükümlü sayısı 129 bin 900.
Yaklaşık olarak 11 bin kişi fazla. Ve bu fazlalık cezaevlerindeki yaşam koşullarının insanileştirilmesinin önündeki engellerden biri!
Bakanlığın bu sorunu çözmek için bulduğu yöntem ise “denetimli serbestlik” sistemini getiren bir kanun tasarısı. Tasarı yasalaşırsa, hükmü kesinleşmiş mahkûmlardan tahliyesine bir yıl kalan 15 bin kişi denetimli serbestlik uygulaması ile salıverilecek.
Türkiye’de ceza sürelerinin Avrupa’ya göre uzun olduğu bir gerçek. Yargıtay’da bekleyen davaların hızlanması, adli yargılamadaki hızlandırıcı düzenlemeler ile birlikte sorunun giderek içinden çıkılmaz hale geleceği de su götürmez bir gerçek.
Bu nedenle tasarı makul ve akla yakın geliyor.
Ama uzayan tutukluluk sürelerini yine de dikkate almayan bir tasarı.
Şu anda cezaevlerinde haklarında yargı kararı verilmemiş 30 bin 485 kişi var. Denetimli serbestlik uygulaması herhalde öncelikle haklarında yargı kararı verilmemiş tutuklular için uygulanması gereken bir önlem olmalı.
Haklarında ceza davası açılmış kişilerin önemli bir yüzdesinin yargılamalar sonucunda beraat ettiğini de dikkate alırsak bu daha insani bir uygulama olur kanısındayım.
Bakanlığın tasarısından bazı suçlardan hüküm giymiş olanların bu yasadan yararlanamayacakları da anlaşılıyor. Bakan Ergin bu tasarının bir af kanunu tasarısı olmadığına dikkat çekiyor ama Anayasa Mahkemesi’nin geçmiş af kanunlarında verdiği kararları dikkate alırsak, “eşitlik” ilkesinin zedelenmesi konusunu da gündemimize almamız gerekiyor.
Ve bundan sonrası için ceza kanunlarımızda da değişiklikler yapılmalı ve kimlerin cezalarının bir bölümünü denetimli serbestlik kuralından yararlanarak çekebileceklerine de mahkemelerin karar verebilmesinin yolu açılmalı.
Kimin gazeteci olduğuna devlet karar veremez
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, tutuklu bulunan gazetecilerle ilgili olarak yaptığı açıklamada “Sadece altı tanesinin sarı basın kartı var” dedi. Tutuklu gazetecilerin çoğunluğunun terör örgütü üyesi olduğunu, yaptıkları işin gazetecilik olmadığını, içlerinde polise ateş eden, cephane satın alıp nakledenlerin de bulunduğunu söyledi.
Hiç olmazsa AB Bakanı Egemen Bağış gibi “İçlerinde tecavüzcüler var” demedi. Demek ki Bağış bunu söylerken doğru konuşmuyormuş!
Başbakan belli ki Türkiye’de gazetecilik mesleğinin nasıl yürüdüğünü tam olarak bilmiyor. Hadi biraz daha hafifleteyim, Başbakan’ın konuşmalarını yazanlar Türkiye’deki gazetecilerin özellikle de genç gazetecilerin temel sorunlarından habersizler.
Sarı basın kartı alabilmek için birçok koşulun bir araya gelmesi gerekiyor ve ne yazık ki ülkemizde gazetecilerin tümü Sosyal Güvenlik Kurumu’nun “kapsama alanında” değil. Bunun yanı sıra birçok gazeteciyle işvereni arasında 212 sayılı kanuna göre düzenlenmesi gereken iş akdi de yok. İşverenlerin bir bölümü bundan kaçınıyor çünkü 212 sayılı kanunun gazetecilere tanıdığı tazminat haklarından kurtulmak istiyorlar.
Başbakan şu anda bir yayın grubunun başında bulunan yakınına bir sorup öğrense iyi olur: “Sizde kaç kişi çalışıyor, kaçı ile 212 sayılı kanuna göre sözleşme yaptınız?”
Ben bu mesleğe başladığımda bir yıl kadrosuz çalıştım. Sonra tembelliğimden başvurmayı geciktirdim ve mesleğe başladığımın dördüncü yılında basın kartı aldım. Ama basın kartım yokken de Ankara’da TBMM çalışmalarını izledim, liderlerin yurt gezilerini takip ettim, bana verilen her türlü haber takibi işini yaptım.
Yani gazetecilik yapmak için basın kartına gerek yok ve bazı gazeteciler de bir devlet kurumunun kimin gazeteci olduğuna kimin olmadığına karar vermesini doğru bulmadıkları için hiç basın kartı almadılar.
Başbakan Terörle Mücadele Yasası’nın antidemokratik hükümlerine sahip çıkacağına topluma verdiği “ileri demokrasi” sözünü tutmalı. Bunu yaparsa bugün terörist dediği birçok insanın aslında gazeteci olduğunu kendisi de görebilir.
Tartışma giderek kızışıyor
KISACA “cemaat” diye tanımladığımızda kimler olduğunu artık kamuoyunun yakından bildiği grup ile AKP arasındaki iktidar mücadelesi, gazete sayfalarında sürüyor. Size dikkatinizden kaçmış olabilir diye iki ayrı köşe yazısından kısa alıntılar vereceğim. Yorumu da sizlere bırakıyorum.
İlk yazarımız Zaman gazetesinden Ali Bulaç, önceki gün karşı cephedeki bazı yazarları şöyle tanımladı:
“Kendi asli fıkıh geleneklerini unutmuş bu ‘eski İslamcılar’, muhafazakâr demokrasiye intisap etmiş gevşek markaj dindarlar”!
Bulaç yazısını şöyle bitiriyor: “Biz iktidara destek vermeye devam edebiliriz, ama eleştireceğiz de. İktidar bundan hoşlanmıyor, nitekim eleştirenleri usulüne göre kenarda tutarak etkisizleştirme yolunu seçiyor, bazen “Sen bana güvenmiyor musun, eleştirerek beni zayıflatıyorsun” diye aba altından sopa da gösteriyor. Hoşlansın hoşlanmasın, yapıcı olarak ve referanslarımızdan hareketle eleştirilere devam edeceğiz. Müslümanlar asli dava ve ideallerini unutmamalı, iktidarlar gelip geçicidir, her zaman ‘olan’dan ‘daha iyisi’ vardır.”
Dün de Radikal’de Akif Beki, ki kendisi Başbakan’ın eski danışmanı olan bir gazetecidir, “birilerinin” kullandığı yöntemlerin “Ergenekoncuların yöntemleri” olduğundan söz ederek şöyle diyordu:
“Yürüyen fitne kılığındaki bu operasyon üssü de (Ergenekoncuların şantaj, baskı, sindirme yöntemlerinin) aynısını yapıyor. Adam ayartmanın türlü hilelerine başvuruyor. Ergenekon’un kirli usullerinin topunu birden kullanıyor. Değer ve ahlak tanımıyor, karanlık emellerine ulaşmak için her yolu mubah sayıyor. Toplumu kendilerince biçimlendirmek, siyaseti tazmin etmek sevdasıyla Ergenekon seviyesinden daha aşağıya da alçalabiliyor üstelik.”
Beki’nin yazısı şöyle bitiyor: “Az kaldı; Erdoğan’ın Ecevit’e hiçbir açıdan benzetilemeyeceğini anlayınca yürüyen fitnelerini de alıp giderler.”
Benim yaptığım “cımbızlamadan” yeterince fikir sahibi olamayacaklarını düşünen okuyucular iki yazının tümünü internette Zaman ve Radikal sitelerinden okuyabilirler.