Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Issız adaya düşseniz yanınıza alacağınız tek şey nedir?

TEMPO Travel dergisinin girişinde “Keşke Burada Olsam” isimli bir bölüm yer alıyor. Çift sayfaya açılmış bir fotoğrafa, kısa bir yazı açıklık getiriyor.

Fotoğraflar, görür görmez “keşke orada olsam” diyebileceğiniz, insanın bir görse bir daha aklından çıkaramayacağı yerlerde çekilmiş. Yazı da fotoğraftaki yerin neresi olduğunu ve oraya nasıl gidebileceğinizi açıklıyor.
Gezmeyi seven birisi olarak İngiliz gezi dergilerini takip ederim. Özellikle de Conde Nast Traveller’in İngiltere edisyonunu. Türkiye’de de Tempo Travel’ı izlerim, bazen yazıyorum da.
Tempo Travel’ın yeni çıkan “İlkbahar” sayısının “Keşke Burada Olsam” bölümü Filipinler’de çekilmiş bir fotoğraf ile açılmış. Sık palmiyelerin çevrelediği beyaz bir kumsal, kristal bir deniz, kumsala yarı çekilmiş yerli balıkçıların kullandığı bir beyaz kano, kanonun üzerine yine beyaz bikinisiyle uzanmış Filipinli oldukça güzel bir genç kız, sarı havlusu ve hasır şapkası kenarda duruyor, bir dergi önünde açılmış, okuyor sanki.
Derginin editörü şöyle bir not yazmış bu fotoğrafa: “Bu fotoğraf ‘ıssız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu’ sorusunun cevabını kendiliğinden veriyor. Şapka, havlu ve dergi! Ne dün, ne yarın, ne gam, ne keder.”
Derginin editörünün belli ki “naif” bir tarafı var ya da ortaokulda böyle anketleri hiç yanıtlamamış olmalı.
Doğrusunu isterseniz bir gezgin olarak “ıssız adaya düşerseniz yanınıza alacağınız üç şey” sorusuna böyle yanıt vermezdim.
Evet, fotoğrafın kendisi bu soruya yanıt veriyor. Ama “şapka, havlu, dergi”den birini, fotoğraftaki Filipinli kızla değiştirmek şartıyla! Artık hangisini değiştireceğiniz size kalmış. Ama ıssız bir adadaysanız havlu ve dergiye daha çok ihtiyacınız olabilir, başınızı örtecek bir şeyleri orada bulabilirsiniz çünkü.
Normal olarak bu bir genç erkek rüyası tabii! Robinson Crusoe okuyan her delikanlı, karşısına Cuma yerine “Cumaiye”nin çıkmasını tercih eder, buna kuşku yok.
Ama acaba benim yaşıma gelmiş, “olgun” (bunu yaş anlamında kullanıyorum, ermiş, bilgeleşmiş anlamında değil, narsist değilim) bir erkek için herhangi bir kadın ile ıssız bir adaya düşmek o kadar eğlenceli bir şey midir diye kendime sormadan da edemiyorum.
“Hayatımın kadını” diye tanımlayamayacağınız bir kadın ile ıssız bir adaya düşmek pek de eğlenceli olmasa gerek. Tabii tersi de kadınlar için doğru, “hayatımın erkeği” diyemeyeceğiniz bir erkeğin yanında, üstelik de ıssız bir adada insan ne kadar mutlu olabilir, ne kadar rahat olabilir ki?
Hele bir de o adadan kurtuluş umudunuz canlı ise, yakın bir zamanda kurtulabileceğinize inanıyorsanız!
Buradan şuraya gelmek istiyorum: İnsan, âşık olma iradesine sahip midir, âşık olmaya kendisi mi karar verir? Yoksa aşk tesadüflerden beslenen bir durum mudur, kendiliğinden doğup, kendiliğinden ölebilir mi?
Ben “iradeci” tarafta yer alıyorum. “Eski dostum” Ortega Y. Gasset gibi düşünüyorum. İnsan bir kez âşık olmayı başarabildiyse, bunda direnir. Yaşadığı şeyin ne olduğunu bilir, bir kez daha âşık olabilir. Gasset, “bir kez bile sevmek, sevginin var olduğu konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir” diye yazıyor Sevgi Üstüne isimli kitabında.
Onun için ıssız bir adaya düşen bir erkek ya da kadın, eğer daha önce gerçekten âşık olmuşlarsa, o adada zaman içinde birbirlerine de âşık olabilirler diye düşünürüm.
Ama dediğim gibi, kısa sürede kurtuluş umudu olmamak şartıyla. Böyle bir umudun varlığı, uzakta kalmış bir sevgiliye dönme isteğini canlı tutacağı için adadaki çiftimizin birbirine kolayca yakınlaşmasını geciktirir, engelleyebilir.
Filmlerde, romanlarda “bir görüşte aşk” olaylarına çokça rastlayabiliyoruz ama gerçek hayat bence böyle değil. “Bir görüşte etkilenme, beğenme, çarpılma” diyebileceğimiz durum elbette bir aşkın başlaması için gerekli bir şey ama aşkın gelişebilmesi için kaçınılmaz olarak zaman gerekli.
Bu açıdan bakınca ıssız bir adaya düşmüş bir kadın ile bir erkeğin birbirlerine âşık olma olasılıkları, hareketli bir kent yaşamı içinde her gün karşılaşanlara göre daha yüksek olmalı.
Hele bir de arada kilometrelerce mesafe varsa, istediğin kadar mektup yaz, mesaj at, telefon aç, durum daha da umutsuz. Uzattım, toparlayayım: Çok seyahat ediyorum, çok uçağa, trene, gemiye biniyorum. Artık bir ıssız adaya düşme ihtimali neredeyse hiç yok, dünyanın keşfedilmemiş köşesi pek kalmadı.
Ama insanın kendi ıssız adasını yaratabileceğini de biliyorum. Bu dünyanın dışında, sadece siz ve sevdiğiniz kadının ya da erkeğin yer alacağı yeni bir dünya!
Oraya giderken “yanıma mutlaka almam gereken üç şeye” gerek de yok tabii. Bir tek şey yeterli: Âşık olduğunuz insan!

Martini: Çalkala karıştırma!

TELEVİZYON dizisi Mad Men’in 5. sezonu Amerika’da gösterilmeye başlandı ve bir kez daha yer yerinden oynadı.
1960’larda, New York Madison Avenue’deki reklam ajanslarında geçen, insani zafiyetler ile soslanmış öyküler dizisi bu.
Amerikan News Week de bu haftaki sayısını Mad Men vesilesiyle 1960’lara ayırmış. Derginin grafik tasarımı bile o yıllara benziyor.
Bu yazıyı İskoçya’da yazıyorum, haftaya bu geziden de söz ederim sizlere, News Week’i uçakta okudum.
Christopher Buckley, Mad Men dizisi vesilesiyle “martini”yi hatırlayanlardan, onun üzerine güzel bir yazı yazmış.
Martini, 1960’ların en popüler kokteyli! Genellikle cin ile yapılıyor, votka ile yapılanı James Bond yazarı Ian Fleming’in bizlere bir armağanı.
Bu kokteyl ilk kez 1896’da “Stuarts Fancy Drinks and how to mix them” isimli içki kitabında tarif edilmiş. O zamanki adı “Marguerite kokteyli”. 1900’lerden itibaren de Atlantik’in iki yakasındaki barmenlerin dilinde adı Martini’ye dönüşmüş.
Biz arkadaşlarla cuma yemekleri için toplandığımızda votka martini ile yola çıkarız. James Bond usulü olan ile: Çalkalanmış, karıştırılmamış!
Kış öyküleri ve satirik şiirleri ile tanınan Amerikalı yazar Dorothy Parker, martini için de bir dörtlük karalamış, şöyle:
“Martini içmekten hoşlanırım / Fakat en fazla sadece iki / Üçte masanın altındayım / Dördüncüde ev sahibinin!”
Mad Men ile birlikte martini yeniden moda olma yolunda ilerliyor. Ama eskinin öğlen yemeği öncesinde dört-beş martini yuvarlayan reklamcıları artık yok! Onlar “sebzeli smoothie” ile idare ediyorlarmış günlerini. Yaratıcılık denen şeyin, reklamcılıkta giderek ölmesinin nedeni sakın bu durum olmasın?