Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kadir Topbaş’a da bir lakap takmak gerekecek

BENİM çocukluk yıllarımda İzmir’in ünlü bir belediye başkanı vardı: Osman Kibar. İzmir’de çoğu taş parke yolları asfaltladığı için herkes onu “Asfalt Osman” diye tanır, öyle söz ederdi.

Üniversite yıllarımda da Ankara’da Vedat Dalokay belediye başkanı idi. Ankara’nın trafik sorununu çözmek için büyük kavşaklara yaptığı “göbekler” nedeniyle “Göbek Dalokay” diye tanınır ve bu lakabıyla sevilirdi.

“Yiğit, namıyla anılır” sözünün güzel örnekleriydi bunlar.

Dün Hürriyet’te, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın İstanbul trafiğine çözüm için önerdiği “tünel projelerini” okudum. Eğer sözünü ettiği projeleri gerçekleştirebilirse ona da bir “lakap” takmak gerekecek diye düşündüm.

İstanbul’un altını delik deşik edecek diye “köstebek” denilebilir belki ama bu uygun olmaz. Casuslar terminolojisinde “köstebek” başka anlama geliyor çünkü. Sanırım onu da bu projelerini yapabilirse “Tünel Kadir” olarak hatırlayacağız ama takıldığım bir husus var.

İstanbul’un altına bu kadar tünel kazabiliyorsak ve bunları 2 yıl gibi kısa bir sürede bitirebileceksek neden o tünellere asfalt döküyoruz ve içinden otomobil geçiriyoruz da, İstanbul’un trafik sorununu çözebilecek esas aracı, “metro”yu geçirmiyoruz?

“Pahalılık” tek başına yeterli bir açıklama olmaz diye düşünüyorum. Dünyanın bütün büyük metropollerinde trafik sorununu metro ile çözenler, “daha ucuz olsun” diye bu tünellerden neden otomobil geçirmediler? Üzerinde biraz durmak ve bu işi de “Levent köprülü kavşağı”na çevirmemek için sormuş olayım.

Topbaş geçenlerde de “İstanbul’da yaşayanlar için ek vergi” konmasını önerdi.

Sadece İstanbul’da yaşayanları ve bu kente gelip geçenleri kapsayacak bir vergi Anayasa’nın “eşitlik” ilkesiyle bağdaşıyor mu?

Benim Topbaş’a önerim sakin olması. Bana öyle geliyor ki Topbaş, medyada son aylarda artan eleştiriler karşısında panikledi ve aklına her geleni “proje” olarak topluma sunmaya başladı.

Magandalar silahları nereden buluyor?

YILBAŞINDA saatler eski yılın bitip, yeni yılın başladığını gösterdiği anda benim oturduğum semtte büyük bir cayırtı koptu.

Önce havai fişek atılıyor zannettik, ama atılanların “havai fişek” değil kurşun olduğunu kısa sürede anladık.

Neresinden bakarsanız bakın yaklaşık beş dakika süresince “savaş tadında” bir durum oluştu. Belli ki bazı kişilerin silah atmaları, belinde, çekmecesinde, çantasında silah olan başkalarını da kolayca tahrik edebiliyor. “Vay sen misin saydıran, dur ben de saydırayım” gibi bir iddialaşma bu sanırım.

Kulağım askerlikten dolayı uzun namlulu silahların seslerine de alışkın olduğu için ateşlenen silahların sadece tabanca olmadığını da düşünüyorum.

Geçenlerde İstanbul Emniyet Müdürlüğü Asayiş Şubesi ekipleri İstanbul’da bir denetleme yaptılar. Üç günde ele geçirilen ruhsatsız silah tabanca sayısı 450.

Bununla ilgili haberleri okurken şöyle düşündüm: Bu tabancalar bakkalda, markette satılmıyor.

Bunları kaçakçılar bir yerlerden topluca alıp getiriyor ve “ihtiyaç sahiplerine” satıyor.

Neredeyse herkesin belinde bir silah olduğuna göre acaba silah kaçakçılığı ile mücadele yeterince ciddi yapılmıyor mu diye bir endişeye kapıldım.

Yollarda, kahvehanelerde arama yapıp tabancaları tek tek toplamak bana “sivrisinekleri tek tek yakalayıp ağızlarına ilaç sıkmayı” çağrıştırıyor çünkü!

Bir de madalya hak ediyor!

AF kanunu çıktığında, Başbakan Ecevit’in, eşi Rahşan Hanım’ı telefonla arayarak “Müjde, af çıktı” dediğine ilişkin bir kulis haberi o tarihte yönettiğim gazeteye geldiğinde şöyle bir manşet atmıştım: Müjde Rahşan, katiller serbest!

Bu manşet sonrasında biraz başımın ağrıdığını, hükümet ve DSP çevrelerinin itirazlarıyla karşılaştığımı itiraf edeyim.

Ama artık bir gazete yönetmediğim için şunu daha rahat söyleyebiliyorum: Müjde Rahşan Hanım, Abdi İpekçi’nin katili de serbest!

Bülent Ecevit’in yakın dostu Abdi İpekçi’nin katili serbest kalınca neler hissettiğini gerçekten merak ediyorum. Ancak büyük olasılıkla bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bizim siyaset geleneğimizde yapılan bir hatayı açık yüreklilikle kabul etmek diye bir şey söz konusu değildir çünkü.

Öte yandan şundan da korkmuyor değilim. Bülent Ecevit, “Türkiye’nin tanıtımına yaptığı katkı nedeniyle” Mehmet Ali Ağca’ya bir madalya verilmesini bile önerebilir.

Olmaz öyle şey demeyin. Ortada fol yok, yumurta yokken ortaya çıkıp “Vahdettin bir hain değildi” diyen de Bülent Ecevit değil miydi?