TBMM Kayıp Çocukları Araştırma Komisyonu Başkanı ve AKP milletvekili Halide İncekara, Habertürk’e verdiği demecinde Yaprak Dökümü ve Fatmagül’ün Suçu Ne gibi dizilerin sapıklığı teşvik ettiğini söyledi.
“Senaristlerinin ruh sağlığından şüpheliyim” dedi.
Haberi yazan deneyimli bir gazeteci, bu nedenle İncekara’nın söylediklerinin yanlış anlaşılmış ve yanlış aktarılmış olma olasılığı yok.
İncekara’nın senaristlerin ruh sağlığından şüphelenmesi için nasıl gerekçeleri var bilemiyorum tabii. Senaristler eğer hükümet baskısından korkmaz da kendisini dava ederlerse, mahkemede gerekçelerini anlatabilir belki.
Her iki dizi de “edebiyat uyarlaması”. Yaprak Dökümü, Reşat Nuri Güntekin’in romanı!
Geleneksel değerlerin savunulması bakımından aslında İncekara’nın muhafazakâr dünya görüşüne çok uzak sayılmaması gereken bir eser.
Fatmagül’ün Suçu Ne ise Vedat Türkali’nin romanı. Türk toplumunda kadının konumunu anlatan bir eser.
Edebiyat eserlerinin sinema ve televizyona uyarlanmalarında elbette sorunlar çıkabiliyor. Ben şahsen filmini seyretmektense okumayı tercih ederim bu nedenle. Ama herhalde her iki dizinin de sapıklığı teşvik edecek kadar orijinal metinden uzaklaştığını söyleyebilmek mümkün değil.
İncekara gazetelere çıkmak için ilginç olmaya çalışacağına, başkanı olduğu komisyonun iyi çalışmasını ve soruna çözümler getirmesini sağlamaya uğraşsa daha hayırlı bir iş yapmış olur.
Şu sorunun yanıtıyla işe başlayabilir: Kayıp çocuklar için bugüne kadar ne yaptın?
İsmail Beşikçi’yi artık rahat bırakın
BU ülkede çok az kişi İsmail Beşikçi’nin “Türk demokrasisinden” çektiğini çekmiştir.
Yazdığı 36 kitabın 32’si yasaklandı. Hayatı boyunca bir tek kez bile bir şiddet eyleminin içinde olmadığı, bir şiddet örgütünün üyesi olmadığı halde ömrünün 17 yılını hapishanede geçirdi. Yasa değiştiği için 1999 yılında hapisten çıktığında daha yatması gereken 100 yıllık cezası vardı.
Tek yaptığı, bugün içinden nasıl çıkacağımızı tam olarak bilemediğimiz Kürt meselesini bir sosyolog olarak incelemek, bununla ilgili kitaplar yazmak.
Ve şimdi bir dergiye yazdığı bir yazıda Kandil Dağı’nın adını Qandil diye yazdığı için 7.5 yıla kadar hapis cezası ile yargılanıyor.
(Aynı kelimeyi tekrarladığım için acaba şimdi ben de mahkemeye düşer miyim dersiniz?)
Ve bu yargılama, devlet televizyonunun Kürtçe yayın yaptığı, sokaklara Kürtçe afişlerin asılabildiği, televizyon reklamlarının bazılarının artık Kürtçe çekildiği, Kürtçe gazete, dergi, kitap yayımlamanın serbest olduğu, herkesin Kürt sorununun çözümünden söz ettiği bir ülkede oluyor.
Yine aynı yere geliyoruz: Türkiye’deki yargının en temel sorunlarından biri, kanunların özgürlükleri geliştirici yönde yorumlanmıyor olmasıdır.
Demokrasinin geliştirilmesi, ifade özgürlüğünün sınırlarının geliştirilmesi için kanun maddeleri değişir, yargımız hemen onun yerine ikame edecek bir başka madde bulur.
Demokrasinin ulaştığı nokta, toplumun gelişmişlik düzeyi gibi ayrıntılar önemini yitirir.
Belli ki İsmail Beşikçi için açılan bu davada da aynı şey olmuş.
Mahkeme, savcılığın iddianamesini kabul ederken, bugünün Türkiye’sinde nelerin olup bitmekte olduğunu hiç dikkate almamış.
Yaptığı işi sevmeyenlerin ülkesi
ALMAN Der Spiegel Dergisi, Türkiye’de, askerlikten muaf tutulacak eşcinsellerden “fotoğraflı kanıt istendiğini” yazdı.
Genelkurmay Başkanlığı, bu haberin yalan olduğunu söyleyerek Almanya’da Basın Konseyi’ne müracaat etti.
Dün Milliyet’in haberinden öğreniyoruz ki bu konuyla ilgili bilgi üç yıldır AB İlerleme Raporları’nda yayınlanıyormuş!
Geçenlerde açıklanan 2010 İlerleme Raporu’nda şöyle deniliyor: “Askere çağrılanların, eşcinsel olduklarını beyan etmeleri halinde fotografik kanıt sunmaları gerekmektedir.”
Türkiye’de bir AB Genel Sekreterliği var. Orada çalışan iyi eğitimli, hepsi bir yabancı dili iyi bilen uzmanlar var. İşleri arasında bu raporları okumak, raporda belirtilen eksikliklerin giderilmesi için hükümetin ilgili makamlarına raporla ilgili bilgi vermek de var.
Rapor, ayrıca yayımlandığının ertesi günü AB Genel Sekreterliği’nin internet sitesine Türkçe olarak da konuluyor. Yani devlet kurumlarında birilerinin bu raporu okuyup, “Bakalım bizin için bir şey yazılmış mı” diye çalıştıklarını da varsaymalıyız.
Şimdi ortaya çıkıyor ki bu işleri düzgün yapan kimse yok.
Düzgün yapan birileri mesela Genelkurmay’da olsaydı, bu haber dergilere düşmeden önce konu fark edilir, ilerleme raporunu yazmak için Türkiye’ye gelen AB yetkililerine durum açıklanır ve raporun düzeltilmesi sağlanabilirdi.
Ya da AB Genel Sekreterliği’nde bu işe bakan görevliler raporu üç yıl önce okuyup, Genelkurmay’a bu işin aslını sorsalardı, aynı şey üç yıl üst üste rapora girmezdi.
Elbette biz gazetecilerin de suçu var bu işte. Bizler de raporu doğru düzgün okumuş olsaydık, bu olaydan bir Alman dergisi aracılığıyla haberdar olmazdık!