Kendimi Sibirya’da sürgüne mahkûm ettim!
GEÇTİĞİMİZ yaz, temmuz ya da ağustos olmalı, Gökova’da ıssız bir koyda Cookie’nin kıç havuzluğunda bir yandan internette haberlere bakıyordum, diğer yandan da yoldaşım Mustafa Oğuz ile gevezelik ediyordum. Tekne hafiften sallanıyordu, tatlı bir esinti vardı.
Bir sitede şöyle bir haber okudum: “Titanik ve Avatar filmlerinin yönetmeni David Cameron, 57. yaşını kutlamak için Irkutsk’a gitti. Cameron’un, Irkutsk’da küçük denizaltılar üreten bir Rus arkadaşı ile birlikte Baykal Gölü’nde incelemeler yapacağı ve gölde yeni keşfedilen canlıları konu edinen bir film için ön hazırlık yapacağı belirtiliyor.”
Haberi yüksek sesle bir de Mustafa’ya okudum. “Ocak mı, şubat mı” diye sordum. “Ocak elbette” diye yanıtladı. “Senin doğum gününü geçen şubatta Sibirya’da kutladık. Şimdi sıra bende!”
Bu isteği demokratik buldum. Cameron’un filmleri varsa, Mustafa’nın da yapımcılığını yaptığı filmler var, “onun böyle bir deneyim için neyi eksik” diye düşündüm.
Ve işte Oğlak burcunun bu beyaz günlerinde Doğu Sibirya’da, Irkutsk’tayız.
Uçağımız Baykal Gölü’nün üzerinden Irkutsk’a doğru süzülürken görebildiğim şey sol tarafta uçsuz bucaksız ormanlar, muazzam bir beyazlık! Sibirya’nın derinliklerinde kaybolup gitme isteği beni esir almış durumdaydı.
Bu kente daha önce Trans Sibirya Ekspresi ile yaptığımız 15 günlük unutulmaz tren yolculuğu sırasında gelmiştik. Rusya’nın en doğu ucundaki Vladivostok’tan bindiğimiz tren, yola çıkışının 5. gününde Baykal Gölü kıyısındaki küçük istasyona girmişti.
Donmuş göl üzerinde bizim yaşımızdaki erkeklerin yapabilecekleri bütün yaramazlıkları yapmıştık. Husky’lerin çektiği kızaklar, kar motosikletleri ile sürat denemesi! Donmuş gölün üzerinde kayarak zikzaklar çizen hovercraft ile gölün ortasına kadar gitmek, buzda açılan bir delikten sarkıtılan ağlarla tutulup, mangala benzer bir alette tütsülenen alabalıklar ve Baykal Gölü sularından yapılan votka!
Bu kez yalnız değiliz, Atila Türkmen ve Cem Aydın da var ve bakarsınız buralarda bir de yayınevimiz olmuş, insanın girişimci arkadaşları olunca seyahatlere böyle anlamlar da yüklenebiliyor tabii! Elbette kaşmir de bir diğer ilgi alanımız ve bir küçük Moğolistan turu da bu nedenle olacak.
Irkutsk, “Doğunun Paris’i” olarak biliniyor. Bunu okuduğunuzda tebessüm edeceğinizi tahmin edebiliyorum. Çünkü sadece Türkiye’de değil, Rusya’da ve Orta Asya’da da binlerce “Doğunun Paris’i” var. Ama Irkutsk bunu gerçekten hak edebilecek tek kent!
Bu şehir Aralık 1825’te Çar’a karşı demokratik haklar için bir ayaklanma gerçekleştiren ama başarısız olarak Sibirya’ya sürgün cezasına çarptırılan asillerden oluşan “Dekambristler” gelene kadar küçük bir kentmiş. Kuruluş tarihi 1652.
Onlar beraberlerinde piyanolarını getirmişler, kendilerine ahşap saraylar inşa etmişler, bir opera binası yapmışlar ve ondan sonra gelsin şampanyalar!
Doğu’nun Paris’i unvanı bundan kaynaklanıyor. Puşkin’in de sık sık bu partilere katıldığını edebiyat tarihi yazıyor.
Bana göre Puşkin, Dekambristler’in önemli ismi Kont Sergei Volkonski’nin karısına âşıktı, o yüzden bu kente gelip, adamın evine aylarca yayılmasının sebebi buydu. Ama o tarihte magazin basını yeterince gelişmemişti, paparazzilik bilinmiyordu, o yüzden bu tarihi gerçeği tahmin edip ifşa etmek de bana düşüyor kaçınılmaz olarak! Fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla sarışın, ince yüzlü, tatlı gülüşlü bir kadın ki Puşkin olsam, ben de âşık olurdum.
Sonradan sahte olduğu anlaşılan Puşkin’in Gizli Günlükleri’ni okuduysanız, küçücük bir doğruluk olasılığı varsa bile bunun Kontes’e olan aşk için bir kanıt olduğu konusunda bana hak verirsiniz.
Irkutsk, bu satırları yazdığım saatte yoğun bir kar yağışı altındaydı. Tam da istediğim gibi!
Çünkü doğrusunu isterseniz Slav kadınlarının, yerde on santim buz varken, kürklerine sarınmış vaziyette, ince, yüksek topuklu çizmeleriyle tıkır tıkır yürümelerini seyretmek hoşuma gidiyor. Kayıp düşmüyorlar, sanki kafalarının üzerinde bir kitap varmış gibi dik yürüyorlar ve hafiften yukarı kalkık burunları pembeleşiyor.
Geçen gelişimizde burada arkadaşlar da edindik ve Viçeslav ki biz ona kısaca Slava diyoruz, onun rehberliğinde bütün kıyı köşede kalmış, gerçek Sibirya’yı keşfediyoruz.
Dün gece eski takvime göre Irkutsk’ta yılbaşıydı. Böylece 2012 yılına bir kez daha girmiş oldum. Aynı şeyi 2000 yılında da yaşamıştım. Önce Türkiye’de 2000 yılına girmiştim, ardından Gürcü takvimine göre Tiflis’te!
Baykal Gölü, dünyanın en derin gölü ve jeolojik bir kırılmanın ardından Kuzey Buz Denizi’nin bir bölümünün karanın içinde kalması ile oluşmuş.
Binlerce endemik canlıya yuvalık ediyor. Göl sularında denizaslanları bile var ama onlardan daha önemlisi şeffaf küçük balıklar var ki modern tıp biliminin bu küçük canlılardan çok yararlandığını söylemeliyim.
Ama doğrusunu isterseniz bunlardan daha çok gölün üzerindeki buz ile ilgiliyim ve bu haliyle Baykal dünyanın en büyük kristali gibi.
Bir ara dalgıçlığa heves etmiştim. Fakat bir dalış sırasında şunu fark ettim ki hep daha derine gitmek istiyorum. Denizin dibindeki eğim ileriye doğru flulaştıkça içimden yükselen bir ses “Oraya da git, oraya da git” diyordu. Ve dalış hocamın “Bu duyguyu yenemiyorsan, bu işten vazgeç” önerisiyle artık dalmayı bıraktım.
Şimdi benzer bir duygu Sibirya’nın derinliklerine doğru gitmek şeklinde ortaya çıktı. Balta girmemiş ormanlar, uçsuz bucaksız tundralar ve yağan karın kendine özgü sessizliği beni içine çekmeye çalışıyor ve bu kez kendimi bu isteğe bırakmaya kararlı gibiyim.
Eğer bir süre benden haber alamazsanız polisi aramanıza gerek yok, bilin ki Sibirya’da karlar altındaki bir köyde mujiklerle votka içiyorum!
Buralardan geçmiş Vasili Andreyeviç Yukovski’nin “Vospominanye (Yeniden Hatırlamak)” şiirini de benden bir yeni yıl hediyesi olarak kabul edin lütfen.
“Tılsımlı günlerle birlikte gittin sen! / Senin gibi benim yüreğim de dönmeyecek eski yerine! /
Senin izin benim anılarımın sancısında kaldı! / Ah! Beni tümden unutman daha da hayırlıdır! /
Senin için sürekli arzu içinde yaşamaktansa.
Bu aşkın gözyaşları artık dursun!
Seni hatırlamanın bahtsızlığı! / Ama unutmak daha da beter bahtsızlıktır
Oh, umut ve beklentilerin yerine geçen azap! / Neşem-mutluluk gözyaşlarım nerede?
Bu anılar öldürecek beni! / Heyhat, yaşarken unutabilir miyim!”