Soluk fotoğraflardaki 11 zarif kadın!
IRKUTSK’ta Prens Volkonski’nin 17 yıl yaşadığı ev bugün bir müze olarak geçmişin anılarını yaşatıyor. İki katlı ahşap bir bina bu! Zaten Sibirya’da beton bina dediğimiz şeyin geçmişi 50 yılı ancak buluyor.
Opera ve tiyatro binaları hariç! Onlar örneklerine Kars’ta rastlayabileceğiniz klasik Rus mimarisinde, yığma kerpiç ve taş ile yapılmış.
Köylerdeki evler çam kütüklerinin üst üste konulmasıyla inşa ediliyor. Kentlerin mimarisine yine ahşap hâkim ama daha rafine. Çok ince bir işçilik ürünü olmasalar da kendilerine özgü bir kişilikleri var.
Evlerin panjurları, kapıları ve pencere doğramaları yeşil ve maviye boyalı! Yer yer aşı sarısına boyanmış olanlara da rastlanıyor. Eski Sibirya inancına göre bu renkler, evlere kötü ruhların yaklaşmasını önlüyormuş. Eski inanca sahip kimse kalmamış gibi görünse de bu gelenek sürüyor. Kışın günün aydınlanabilmesi ancak sabah saat on civarında mümkün olabiliyor. Eğer kar yağışı yoksa güneşi görebilmek için bir saat daha beklemek gerekiyor. Kar bir kere yağdığında, artık hazirana kadar erimediği için her yer bembeyaz. Böyle bir coğrafyada evlerin bu renkleri de olmasa insanın gözü görme yeteneğini iyice kaybedebilir. Belki biraz da bundan dolayı evlerdeki bu neşeli renkler insanın içini ısıtıyor.
Prens Volkonski’nin köşkünün ikinci katı, o yıllarda ailenin kadınları tarafından kullanılırmış. Ailenin tek kızının ve evin hanımının yatak odaları ile günlük yaşamlarını geçirdikleri oturma odaları ikinci katta yer alıyor. O yıllarda her kadının üç odası olurmuş. Elbette zengin olanların! Bir oda yatak odası, birisi oturma odası, diğeri elbise dolaplarının ve tuvalet masasının bulunduğu giysi odası.
Kadınların odalarının birleştiği yerde, iki oturma odası büyüklüğünde bir oda var. Üç kapılı bu odaya hem kadınların oturma odalarından, hem de ikinci kat sahanlığından girilebiliyor. Bu oda bir kütüphane! Prens’in o vakitler 5 bine yakın kitabı varmış. Bütün Rus asilleri gibi hepsi Rusça dışında Fransızca ve Almanca da biliyormuş. Ailenin yakın dostu Tolstoy’un ve Puşkin’in de ziyarete geldikleri aylarda bu kütüphanede çalıştıkları biliniyor.
Bugün bu kütüphanenin duvarlarında 11 kadının fotoğrafı asılı. Sepya fotoğraflar, bazıları sonradan elle boyanarak düzeltilmiş.
Bu kadınlar Çar’ın sürgüne yolladığı “Dekabrist” Rus asillerinin eşleri. Çar’ın özel izniyle eşleriyle birlikte sürgüne gelmişler. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden söz ediyorum. Aylar süren ve sadece katırların çektiği arabalar ve at sırtında gerçekleşebilen bir yolculuk bu. Tren bile bugünün şartlarında Petrograd’dan (Bugünkü Sankt Peterburg) Irkutsk’a neresinden baksanız bir haftada gelebiliyor.
İki şehir arasında sekiz saatlik bir zaman farkının olduğunu da belirteyim ki aradaki mesafenin muazzamlığı gözünüzde daha iyi canlanabilsin.
O 11 kadının fotoğraflarına dikkatle baktım. İçlerinde Rus asiller ile evlenmiş Fransız prensesler de var. Irkutsk’a gelene kadar Rusça tek kelime öğrenmeleri gerekmemiş, çünkü o yıllarda Petrograd’daki asiller arasında Fransızca konuşmak daha cazip bir durum. Size de tanıdık geldi mi bu, bilmem.
Ağır yolculuk şartlarından mı, Sibirya’nın zor yaşam koşullarından mı bilemiyorum, içlerinde en uzun yaşayanı 60 yaşını görememiş. Çoğunluğu 30’larında bu dünyadan göçüp gitmiş.
Normal yaşamlarında ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayan bu kadınları, Sibirya’nın göbeğine sürükleyen tek gerçek şey aşk!
Ağır devlet suçu işlemiş, kürek ve sürgüne mahkûm edilmiş asil kocalarından kolayca boşanıp, Çar’ın koruması altında yaşamlarını varlık içinde sürdürebilirlerdi. Bunu yapmadıkları gibi, mahkûm kocalarının yanında olabilmek için izin istemeye gittikleri Çar’ın ağır şartlarını da kabul etmişler: Bir daha Petrograd ve Moskova’ya dönmek yok! Ve dönememişler de! Mezarları bile bilinmiyor çoğunun.
O fotoğraflardaki narin kadınlara bakarken şunu düşündüm: Bir erkeğin sahip olabileceği en büyük servet, ne asalet unvanlarıdır ne de para. Bir erkek, kendisini gerçekten seven ve onun için her koşulu göze alabilen bir kadına sahipse, her şeye sahip demektir!
Dekabristler bunu yaşayarak öğrendiler. En ağır şartlara göğüs gererken yanlarında tutunacakları bir kadın vardı. Onlara çocuklar verdiler, hayatlarını anlamlı kıldılar.
Sadece kitap okuyarak, dil öğrenerek, ava çıkarak büyümüş, hiçbir işe yaramaz bu erkeklerin, o zengin yaşamdan sonra Sibirya’da 10 yıl çalışma kampında yaşamak zorunda kaldıklarını hatırlatayım.
Acaba sağlıklarında iken o kadınların değerini bilebildiler mi diye düşünmeden de edemedim.
Mesela Prens Volkonski. Bütün gününü, evin alt katındaki odasında kitap okuyarak ya da hizmetçilerin kaldığı müştemilatta “bir şeylerle uğraşarak” geçirdiği anlatılıyor. O “bir şeyler”in ne olduğunu tahmin etmek istemedim, fotoğraflardaki zarif kadınlar üzülmesin diye!
It’s another manic Monday!
BANGLES diye dört kızdan oluşan bir müzik topluluğu vardı, hatırlar mısınız bilmem.
Ben unutamıyorum çünkü içlerinden bir tanesine bayılırdım. Adını yazmayacağım. Kıskanç bir sevgilinin kurşunlarına hedef olmak istemem. “O kendini bilir” de diyemiyorum, çünkü ne yazık ki bilemiyor.
Başlıktaki söz, Bangles’in bir şarkısından.
Her pazartesi hem Bangles’deki o siyah gözlü kızı hatırlıyorum hem de KPSS çetesini!
Başbakan emir verdi, MİT Müsteşarı’na ve Emniyet Genel Müdürü’ne “tez bunları yakalayıp, dosyalarını bana getirin” dedi ama hâlâ KPSS sorularını çalıp dağıtan “suç örgütü” ortaya çıkarılabilmiş değil.
Savcılarımız, polisimiz iki kitap bulunduranlardan, bir slogan atanlardan, saçını kestirenlerden bile suç örgütü bulup çıkartabiliyor ama KPSS sahtekârlığı gibi gerçekten büyük bir örgütlenme becerisi isteyen suçu işleyen çete yakalanamadı.
Ve ben her pazartesi bunu yazmak zorunda kalıyorum. Oysa yazabileceğim daha güzel şeyler yaşadım Sibirya’da!
Kaldığımız otelin çatısında, tümüyle camdan yapılmış bir lokanta vardı. Camlar donmuş, adeta buzdan bir tülle örtülmüştü. Ay, tülün ardından bir görünüp kayboluyordu. Baykal’ın can suyu Angara nehri ışıl ışıl parlarken ben elimde bir gül ile Bangles’deki kızı bekliyordum.
Gelmiyordu tabii. Neden gelsin ki?