Kredi kartı sorunu çözülmedi, şimdi başlıyor!
KREDİ kartları ile ilgili yasa önceki gece yarısı kabul edildi. Böylece “kredi kartı mağduru” oldukları iddia edilenler borçlarını yüzde 18 faiz ile 18 ay içinde ödeyecekler.
Acaba ödeyebilecekler mi? Acaba kredi kartı borcunu ödeyemediği için bunalım geçiren memurların intihar etmelerinin önüne geçilebilecek mi?
Çok geçmeden bu soruların yanıtlarını alabileceğiz. Ama alacağımız yanıtın hiç hoşumuza gitmeyeceğinden zerre kadar kuşkum yok.
Ekonomik sorunları kanunlar çıkararak çözmek yeni bir fikir değil, ama bugüne kadar bu fikrin işe yaradığını da görebilen yok.
Kredi kartı borçlarını ödeyemeyen, hatta intihar etme noktasına gelen insanlar, bu kartlarıyla ev, otomobil, yat, uçak almadılar.
İçlerinde belki sevgilisine parfüm filan almış olanlar da vardır ama büyük çoğunluk kredi kartlarını günlük yaşamlarını sürdürebilmek, çocuklarının okul ihtiyaçlarını karşılayabilmek, karınlarını doyurabilmek için kullandılar.
Sorun en temelinde özellikle devlet memurlarının gelirlerinin, günümüz koşullarında çok yetersiz olmasından kaynaklanıyor.
Ocak ayı rakamları, çalışan tek bir kişi için açlık sınırının 657 YTL olduğunu ortaya koyuyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı ise 1768 YTL.
Ocak ayında ortalama 718 YTL maaş alan bir memur, ailesinin karnını doyurmak için bu gelirinin yüzde 57’sini harcadı. Konut giderleri ortalama maaşın yüzde 33,4’ü ile karşılanabiliyor.
Kamu-Sen’in araştırması Türkiye’de memurların yüzde 37’sinin açlık sınırının altında, yüzde 57’sinin ise yoksulluk sınırının altında maaşlar aldıklarını ortaya koyuyor.
Bu tabloyu değiştirmediğiniz sürece kredi kartı mağdurlarının sayısı azalmayacak, artacak. İsterse faiz yüzde 18 olsun, isterse borç 18 ay içinde ödensin!
Çünkü bu tabloyu yaratan şey bankaların herkese kredi kartı dağıtması değil.
O kartlar sayesinde birçok insan gece aç yatma gerçeğini biraz öteleyebildi, hepsi bundan ibaret!
Gerçekleri değiştirme becerisi olmayan iktidarlar, tıpkı bu iktidarın bulduğu gibi bazı günah keçileri buluyorlar. Bu kez günah keçisi kredi kartları ve bankalar oldu.
Ama çıplak gerçek ortada olduğu gibi duruyor ve bunu değiştirmek için kanunlar çıkarmak yetmiyor.
Cesaretin var mı aşka?
DÜN otomobilimle İstanbul’un bitmek tükenmek bilmeyen trafiği içinde ilerlemeye çalışırken radyo istasyonları arasında rasgele dolaştım.
Her zaman olduğu gibi neşeli DJ’ler hayatın ne kadar güzel olduğundan, herkesi sevmemiz gerektiğinden söz ediyorlardı.
Bir tesadüf müydü, yoksa popüler şarkıların büyük bölümü bu konuyu mu işliyorlar bilmiyorum ama dün dinlediğim şarkılarda bir şey dikkatimi çekti: Şarkılar, aşkın esasen bir “cesaret” meselesi olduğunu iddia ediyor!
O kadar ki mesela Şebnem Ferah bir şarkısında aşkı bir mayın tarlasında dolaşmaya benzetiyor. Aşkın varlığı konusunda ayak direyen bir insanı, savaş filmlerinde vurulduğu halde ilerlemeye devam eden askerlere benzetiyor.
Aşkı bir tür “fedakárlık” gibi görüyorsanız bu yaklaşım doğru olabilir. Çünkü sonuç olarak áşık olan insan, birçok şeyden vazgeçmiş kabul ediliyor. Áşık insanın günlük yaşamımızın içindeki bazı şeylerden fedakárlık ettiği düşünülüyor: İşinden, düzeninden, toplumsal ve ailevi ilişkilerinden vs.
Bunun pek doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum.
Yaşamımızın büyük bölümü kendimiz için oynadığımız bir tür tiyatro oyunudur. Bize ait olmayan davranışlar edinir, kendi gözümüzde kendimizi yüceltmek için “düzenin” bize öğrettiği gibi davranmaya çalışırız.
Ama yaşamımızda öyle bir an gelir ki, içimizdeki gerçek kişilik kendini ortaya vurur. Yaradılış karakterimizin özüne uygun olarak davranmaya başlarız. Bu an, áşık olduğumuz andır.
Ve kendi gerçek kişiliğimizi ortaya koyduğumuz anda geride ne oynamamız gereken bir rol kalır, ne de öğretilmiş davranışlar ve görevler.
Aşkı, bir “cesaret” sorunu gibi ortaya koymak bu nedenle doğru değildir. Aşk, insanın kendi gerçeğini kabul ettiği andır ki öğretilmiş davranışlardan uzaklaşmamızı sağlar. Ve hiç kuşkusuz “cesaret” de öğrenilmiş kalıplar arasında en önde gidenidir!
Tekzip metni
Sayın Mehmet Yılmaz’ın, “Van Y.Yıl Üniversitesi eski dekanlarından Prof. Dr. Nurhan Akyüz, Rektör Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın tutuklanmasını sağlamak için tam 9 yıl boyunca bir dedektif gibi çalıştığını açıklamış” ifadesi gerçek dışıdır. Ben böyle bir açıklama yapmadım. Gazetenin bu haberi ile ilgili tekzip hakkımı da kullandım.
Sayın yazarın, “Haberi, bugün Hürriyet’te okuyacaksınız. Prof. Dr. Akyüz, bu süre içinde Prof. Dr. Aşkın’ın attığı her adımı izlediğini, hakkında günlükler tutup belgeler topladığını açıklıyor” ifadesi de doğru değildir.
Yine yazarın, “Hürriyet muhabirleri araştırdılar ve geçen 9 yıl boyunca Prof. Dr. Nurhan Akyüz’ün hiçbir bilimsel makale yazmadığını buldular” ifadesi de gerçek dışıdır. Bilimsel eserlerim aşağıda tek tek verilmiştir.
Akademik kariyerim boyunca 32’si araştırma, 32’si bildiri, 11’i derleme, 3’ü çeviri, 4’ü ders notu olmak üzere toplam 82 bilimsel eserim vardır. Ayrıca söz konusu 9 yıl boyunca hiçbir bilimsel makale yazmadığım iddiası da özellikle belirteyim ki gerçeği yansıtmıyor. Bilimsel araştırma makale sayısı 24 değil, 26’dır. Son imzalı makalem de 1996 değil 2003 tarihini taşımaktadır.
Prof. Dr. Nurhan AKYÜZ