Mandalin marmelatı, zeytinli poğaça!
GÜMÜŞLÜK’e ilk geldiğimde Bodrum’dan bindiğim üstü açık dolmuşun toprak yollarda çıkardığı tozlardan tek renktim.
Beyaz gömleğim, blucinim, siyah saçlarım, kara bıyıklarım. Hepsi toz rengi idi.
Demek ki 36 yıl olmuş.
O zamanlar Gümüşlük şimdiki gibi bir lokanta cennetine dönüşmemişti. Cumhur vardı, Ali Rıza’nın babası da! Leleg Levent de vardı elbette.
Özlediğim eski Gümüşlük’ü “Mandarin”deki sabah kahvaltısında yeniden buldum.
Emriye Hanım’ın dillere destan peynirli ve zeytinli poğaçaları fırından henüz çıkmıştı.
Emriye Hanım, “Türk mutfak tarihine geçecek” diye düşündüğüm mandalina marmelatını tatmamız için masaya gönderdiğinde şekerli şeyleri yemekten hoşlanmamak konusunda kesin bir önyargı sahibiydim.
Ama artık durum değişti: Mandalina marmelatı olmayan bir kahvaltı sofrasına oturmam!
Kimse farkında değil, ama Bodrum’un ünlü mandalinası giderek yok oluyor.
Ağaçlardaki ürünü toplamak, ürünün kendi fiyatından bile pahalı çünkü. Ağaçlar yüzer yüzer kesilip atılıyor!
Bodrum Ticaret Odası “mandalina gazozu” ile bir adım attı ama olanakları kısıtlı, güzelim ağaçların yok olmasına engel olamıyor. Emriye Hanım’ın marmelatı, eğer bürokratik engelleri aşmayı başarabilirse yeni bir umut olabilir, o mis kokulu ağaçlarımızı kurtarabilmemiz için.
Mandalina ağaçlarını kurtarmak için “Van minüt” diyebilecek ve üreticiyi destekleyebilecek bir bakan çıkarsa ne mutlu bize.
Aksi takdirde torunlarımıza anlatacağımız bir öykümüz daha olacak: “Bodrum’da eskiden mandalina yetişirdi. İnce kabuklu, çekirdekli! Mis gibi kokardı! Yeşilken cin tonik ve votkanın içine de koyardık!”
Hayat dediğin bir gündür!
ÖZDEMİR Asaf’ın bir şiiri var. Şöyle:“Ömür dediğin üç gündür / Dün geldi, geçti, yarın meçhuldür / O halde ömür dediğin / Bir gündür, o da bugündür.”
Dün sabah, daha güneş yeni doğmuştu ki uyandım. Horoz sesiyle değil ama. Avdan dönmekte olan bir balıkçı motorunun patpatlarıyla!
Böyle durumlarda hep yaptığım gibi mayomu giydim ve teknenin üst güvertesinden kendimi Ege’nin henüz tam olarak ısınmamış sularına bıraktım. Bu atlayışıma denizci arkadaşlarım “lö fonj” stili diyorlar ki henüz olimpik atlama yarışmalarında puanlamaya dahil edilmiyor. Ama o da yakındır!
Bu güzel cumartesi günü lafı uzatmayayım. Sudan kafamı çıkardığımda aklımda Özdemir Asaf’ın yukarıda size de aktardığım şiiri vardı.
“Ömür dediğin bir gündür, o da bugündür!”
Kelebeğin ömrü bir günmüş. Ona ne kadar uzun geliyor bilemiyorum. Bir kelebekle oturup hayatın anlamı üzerine konuşma olanağı bulabilmiş değilim. “Kelebekçe” bilmediğimden mi? Olabilir tabii.
Aslına bakarsanız “Gününü yaşa” türünden akımlara kendimi bugüne kadar kaptırmış değilim.
Tamam, günümü yaşayacağım ama hangisini?
Bu yazıyı yazarken arkadaş topluluğumuzun “milli marşı” sayılması gereken “Yellow Submarine”i dinliyorum.
Hepimiz bir sarı denizaltının içinde yaşıyoruz. Herkes kendi denizaltısında yaşıyor. Bizimkisinin rengi sarı sadece!
Teknemizi bağladığımız koyun hemen yakınlarındaki köyden iki küçük çocuk, yaşları 10-11 ya var ya yok, kayaların üzerinden atlayıp, tekrar çıkıyorlar. Biri kız, biri oğlan.
Oğlan kızın buyruklarına göre hareket ediyor. “Atla” diyor atlıyor, “Çık” diyor çıkıyor.
Küçük oğlana Özdemir Asaf’ın şiirini söylemek istiyorum, ama Yunancam o kadar değil. Kalimera, kalispera, pame! Hadi bilemedin on-on beş kelime daha!
Oğlan, önünde yaşayacağı binlerce “bir günün” hep böyle geçeceğinin farkında bile değil.
Ama şanslı. Bir kadının peşine takılıp gitmekten daha iyi bir şey olamayacağını büyüdükçe öğrenecek.
Bu konseri kaçırmayın derim
AKIL defteriniz var mı bilmiyorum. Benim var ama kullanmayı unutuyorum! Şimdi bu tarihi bir kenara not edin, planınızı ona göre yapın. Ben yurtdışındaki bir toplantıdan dönüşümü buna göre ayarladım. Tarih: 26 Temmuz 2009, Pazar! Açıkhava Tiyatrosu’nda o gün Nükhet Duru ile Timur Selçuk birlikte sahneye çıkıp bir konser verecekler.
Konserin adı: Bizim Şarkılarımız!
Türkiye’nin en iyi kadın yorumcusu ile en iyi müzik adamı birlikte sahne alacaklar.
Hepimizin hayatında önemli izler bırakmış şarkılarını söyleyecekler. Birbirlerinin şarkılarını!
“Beni Benimle Bırak Giderken”, “Melankoli”, “Anılar”, “Ben Yine Sana Vurgunum”!
“İspanyol Meyhanesi”, “Ayrılanlar İçin”, “Beyaz Güvercin”, “Sen Neredesin?”
Münir Nurettin de var elbette, vücuduyla değilse de ruhuyla: “Endülüs’te Raks”, “Kör Kuyular”!
Hangi birini yazayım? Bu konseri kaçırmayın derim: “Beni benimle bırak giderken / Başka bir şey istemem ayrılırken / Bana bir tek beni bırak ne olur / Gerisi senin olsun” söylenirken gözlerinizi yumun! Kuşkusuz Türk pop müziğinin gelmiş geçmiş en iyi şarkısı: Ali Kocatepe bestesiyle, Sabahattin Ali: “Ben yine sana vurgunum!”
Ve yatılı okulda küçük bir oğlan çocuğuyken ilk kez áşık olduğumda dilimden düşürmediğim şarkı: “Caddeden sokaklara doğru sesler elendi / Pencereler kapandı, kapılar sürmelendi / Bir kömür dumanıyla tütsülendi akşamlar / Gurbete düşmüşlerin başına çöktü damlar.”
İnsan başka ne ister ki?