Emin Çölaşan dün şöyle yazdı: “Bugün hiçbir Hürriyet yazarı özgürce yazamaz, iktidarı eleştiren hiçbir haber gazetenin sayfalarında yer bulamaz. Daha dünkü Hürriyet’te, köşe yazan Mehmet Yakup Yılmaz bir gün önceki yazısının sansür edildiğini anlatıyordu”.
Emin Çölaşan bunca yıldır yazı yazıyor, bu işlerin nasıl yapıldığını hâlâ öğrenemediyse ne diyeyim, bilemiyorum.
Gazeteye yazılarımı e–posta aracılığıyla gönderiyorum, çünkü yönettiğim Doğan Burda dergi grubu kent merkezindeki bir başka binada faaliyet gösteriyor.
Gazeteye gönderdiğim yazı, editörler tarafından okunduktan sonra dijital ortamda sayfaya yerleştiriliyor. Ve bir yazının, bazen bir bölümü bu süreçte uçabiliyor, bir başka sanal alanın altında kalabiliyor ve bilgisayar ekranındaki zahiri görüntüde gördüğünüz şey, baskıya gönderilen dijital verinin içinde olmayabiliyor.
Değişik nedenleri var ve bunların bir türlü düzeltilemiyor oluşunun sebebi de kuşkusuz ki gazete yöneticilerinin yazıişlerinin iş yapma süreçleriyle ilgili olarak vakit harcamayı o kadar da önemsemiyor oluşudur.
Kimseyi eleştirmek için söylemiyorum, benim yönettiğim gazetelerde de böyle şeyler oldu.
Bundan Emin Çölaşan’ın deyimiyle “sansür” çıkarmak tek kelimeyle abes ile iştigal etmektir.
“Uçan” bölüm bir cümlenin sonundaki üç kelimeden ibarettir!
Ayrıca yazım bir gün önce sansür edilmiş olsa, ertesi gün nasıl tekrarlanabilmiş diye sormak da gerek.
“Sansürcü” bir gün evvel sansürlediğini, ertesi gün sakıncasız mı bulmuş?
“Hiçbir Hürriyet yazarı özgürce yazamaz” iddiası da meslektaşlarına karşı bir saygısızlıktır. Kendi adıma konuşmam gerekirse şunu söyleyebilirim: Ben istediğimi yazarım!
Çölaşan’ın Hürriyet için bu kadar dertlenmesini de anlayamıyorum, başka bir gazetede yazıyor, Hürriyet ile neden hâlâ bu kadar ilgili? Kendi çalıştığı gazeteyi daha iyi bir gazete haline nasıl getireceklerini düşüneceklerine, Hürriyet yöneticilerine akıl veriyorlar. Bu iş için bu kadar önemli fikirleriniz varsa, neden kendi gazetenizde kullanıp onun Hürriyet’i geçmesini sağlamayı düşünmüyorsunuz?
Ve yıllarca “Aydın Bey” diye hitap ettiğiniz kendinizden yaşça çok büyük bir insana, gazetesinden ayrılınca “Aydın” diye hitap edebilmek nasıl bir ruhsal durumun sonucu?
Gülen–Erdoğan güç dengesi
FETHULLAH Gülenciler ile Tayyip Erdoğancılar arasında bir çekişme olduğu sır değil.
Kişisel görüşüm bu çekişmenin hiçbir zaman son bir hesaplaşmaya dönüşecek şekilde kavgayla nihayetlenmeyeceğidir.
Çünkü AKP iktidarı, Gülenciler için hâlâ olabileceklerin en iyisidir.
Aralarındaki çekişme, kendi iktidar alanlarını korumak, mümkün olabilirse diğeri aleyhine bir miktar genişletebilmekten ibarettir.
Bu nedenle arada bir güçlerinin sınırlarını deneyebiliyorlar ama orada da kalıyorlar, bir yumruk daha sallamıyorlar.
Son tartışma Zaman gazetesinde Hüseyin Gülerce’nin bir yazısı üzerine oldu ama fazla dallanıp budaklanmadı. Gülerce, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma hevesini eleştiriyordu, yanıtını da Yalçın Akdoğan’dan aldı.
Bu arada MİT–Emniyet çekişmesi diye gördüğümüz çekişmenin de bu karşılıklı güç denemelerinin bir sonucu olduğunu belirteyim.
Son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yardımcısı Bülent Arınç’ı Hoca Efendi’ye yolladı ve “Bizden bir emirleri olur mu, bir tavsiyeleri olur mu, öğren gel” dedi.
O da gitti bunları söyledi, Hoca’dan “Bazı konularda hassasiyet gösterin” önerisini aldı ve geldi.
Cemaat kuşkusuz ki bu dönemde Erdoğan ile bilek güreşine girerek gücünü sınayacak değil.
Ama aynı şey Erdoğan için de geçerli: O da tek yetkili başkan olmak için cemaatin gücüne ihtiyaç duyuyor.
Gerçi yapısı itibariyle, iktidarı Gülen ile paylaşmaktan mutlu değildir ama biliyor ki şimdi savaş zamanı değil, ittifakları geniş ve güçlü tutma zamanı.
Tabii “The Cemaat”in gücünü de iyi biliyor olmalı. Devlet içinde yıllardır, sabırla nasıl örgütlendiklerini Erdoğan iyi bilir. Baykal’ın, MHP yöneticilerinin, Hanefi Avcı’nın, Nedim Şener’in, Ahmet Şık’ın başına gelenleri hatırlıyordur ve karşı tarafın elinde ne tür kozların olduğunu tahmin etme olasılığı da yüksek!
Şu anda deyim yerindeyse Soğuk Savaş döneminin nükleer silahları gibi bir “dehşet dengesi” ilişkilere hâkim görünüyor, “fitne” bu yüzden kendine alan bulamıyor!
