Ne devletmiş ama!
DÜNYANIN en tuhaf ülkelerinden birinde yaşadığımızı düşünürdüm, artık hiç kuşkum yok ki “en ilginç ülkelerden birinde” değil, “dünyanın en ilginç ülkesinde” yaşıyoruz: Eski Genelkurmay Başkanı ve ordu komutanları terör örgütü kurup yönetmek suçlamasıyla hapisteler. İstihbarat örgütünün müsteşarı, eski müsteşarı ve eski müsteşar yardımcısı da “terör örgütüne yardım ve yataklık” suçlaması ile karşı karşıya!
Bundan daha ilginç ne olabilir ki?
Ortaya çıkıyor ki KCK soruşturması sırasında polis, bazı MİT mensuplarının örgütün içine sızdığını ama sızmakla kalmayıp örgütün içinde bazı roller oynadıklarını keşfetmiş. Savcılığa bunları da göndermiş, savcılık da KCK soruşturmasını oraya doğru genişletmiş.
İstanbul’da KCK soruşturmasını yürüten polis şeflerinin görevden alınmalarının nedeni de ulaştıkları bu bilgileri görmezden gelmemeleri olmalı.
Şimdi ne yapmalıyız?
“Artık bu ülkede genelkurmay başkanlarından sonra MİT müsteşarları da adalete hesap veriyorlar” diye sevindirik mi olmalıyız, yoksa “Bu devlet yönetilemez hale gelmiş” diye üzülmeli miyiz?
Buna karar vermeyi sizlere bırakıyorum.
Ama Almanya’da geçenlerde yaşanan bir gelişmeyi de sizlere anlatayım ki “medeni dünyada” bu işler nasıl yürüyor, bir fikrimiz olsun.
8’i Türk, 1’i Yunan 9 göçmenin bir Neo Nazi çetesi tarafından öldürüldüğünün ortaya çıkmasından sonra Almanya’da Anayasayı Koruma Örgütü (AKÖ) ile Nasyonal Demokrat Parti’nin (NDP) ilişkileri konusu da masaya yatırıldı.
AKÖ’nün, NDP içine sızdırdığı muhbir ve köstebek konumundaki ajanlarının, “ikili” oynadıkları, görevlerinin dışına çıkarak NDP’nin bazı faaliyetlerini sevk ve idare ettikleri anlaşıldı.
NDP’nin, yasadışı faaliyetleri nedeniyle kapatılmasına yönelik olarak 2003 yılında açılan dava, Alman Anayasa Mahkemesi’nden “devlet tarafından partinin içine bağlantı adamlarının sızdırılmış olması” nedeniyle geri dönmüştü.
NDP’nin cinayetleri işleyen çeteler ile olan ilişkisi nedeniyle kapatılması yolundaki fikirler de bu kez AKÖ ajanlarının parti içinde üst düzeylere kadar gelmiş olmaları nedeniyle gündeme bile gelmedi.
Bu nedenle AKÖ’nün yöneticileri savcılığa da çağrılmadılar!
Ava giderken avlanmak bu olsa gerek
TARAF gazetesi yazarı Mehmet Baransu’yu takip eden iki kişinin polis tarafından yakalanmasından sonra ortaya ilginç bir başka durum da çıktı.
Baransu bu kişilerin MİT mensubu olduklarını söylüyor. Bu kişiler yakalandıktan sonra MİT Daire Başkanı karakola gelerek Baransu ile görüşmek de istemiş ama reddedilmiş.
Yakalanan ve MİT mensubu oldukları iddia edilen kişilerin üzerinden dinleme cihazları çıktığı da belirtiliyor.
Dün aynı gazetede MİT’in yabancı dilde isimler ve kod adları da vererek mahkeme kararı çıkarttığı ve “suç işlenmesini önlemek amacıyla” gazetenin yöneticileri Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve yazarları Markar Esayan, Amberin Zaman ve Mehmet Altan’ın telefonlarını dinlediği ile ilgili haber ve belgeler vardı.
Normal bir ülkede bir gazetenin yöneticilerinin ve yazarlarının, üstelik de böyle sahte isimler ve kod adlarıyla mahkeme kararıyla dinlendikleri ortaya çıkmış olsaydı, yer yerinden oynardı.
Bizde sadece biraz kar yağdı o kadar! Onun da “kamuoyunun hassasiyeti ve kişilik haklarının dokunulmazlığı” ile ilgisi yok ne yazık ki!
Bu olay da gösteriyor ki mahkemeler “suçu önlemek amacıyla” istendiği belirtilen dinleme izinlerini ince eleyip, sık dokumadan kolayca veriyorlar. Oysa telefonların dinlenmesi kararını verecek yargıcın, önce delilleri iyice incelemesi ve sonra suçu takip için başka yol yoksa dinleme kararını vermesi gerekirdi. Avrupa uygulamaları ve mahkeme içtihatları bu yönde! Ortaya çıkıyor ki kişilik haklarımızı korumakla görevli olanların bu konu umurlarında bile değil.
İkincisi, yine ortaya çıkıyor ki bu “dinleme” işinden kimse kurtulamıyor. Ortam ve telefon dinlemeleri ile elde edilen bilgileri manşetlerinde rahatça kullanmakta sakınca görmeyen bir gazetenin bile ava giderken avlanabileceğini gösteren bir örnek bu!
AKP yöneticilerine aynı şeylerin kendi başlarına da gelmiş olabileceğini hatırlatayım.
‘Özel yetkili savcı’ deyip geçmeyin
MİT Müsteşarı’nın ve eski müsteşar ile eski müsteşar yardımcısının özel yetkili savcılık tarafından ifade vermeye çağrılamayacaklarından söz ediliyor. MİT Kanunu’nun 26. maddesi, MİT mensuplarının görevleri nedeniyle işlemiş olabilecekleri suçlar ile ilgili olarak soruşturulmaları için Başbakan’ın izninin alınması gerektiği yolundaki maddesi buna gerekçe olarak gösteriliyor.
Oysa özel yetkili savcıların görevlerini düzenleyen CMK hükümleri ise bu soruşturmanın “doğrudan yapılabileceği” yolunda.
Böylece eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ olayında tartıştığımız konuya geri dönüyoruz:
MİT mensupları, işledikleri iddia edilen suçları “görevlerinin bir gereği olarak mı” işlediler?
Başbuğ olayını örnek alarak hareket edersek “suç işlemek görevleri arasında yoktu, onun için özel yetkili savcılığın izin istemesine de gerek yoktur” dememiz gerekiyor.
Gördüğünüz gibi hukuk bir kere esnedi mi, bir daha eski yerine gelmesi o kadar kolay olmuyor!
O vakit de yazmıştım, tekrarlayayım: Şimdi sıra bir özel yetkili savcının, bir bakanı “yolsuzluk yapmak görevleri arasında yoktu” diyerek tutuklamaya kalkmasında!