HÜRRİYET

New York’tan bildiriyorum

GEÇTİĞİMİZ hafta sonundan beri New York’tayım. Geçen hafta parklardaki yürüyüşlerden söz ettiğim bir yazı yazmıştım. Bazı okuyucularımdan şöyle mail’ler aldım: “Aman sakın dönme!

Bunun bir iyilik dileği mi olduğunu yoksa “Cehennemin dibine git ve orada kal” anlamına mı geldiğini çıkaramıyorum.
Bana kalsa buradan hiç dönmem ama ABD göçmenlik yasaları buna izin vermiyor, ne yazık ki!
Geçen gün New York’un Bronx semtindeki Yankee Stadyumu’nda Bill Clinton’u dinledim. New York Üniversitesi’nin (NYU) mezuniyet töreni vardı ve Clinton da “fahri doktor” unvanı alıyordu.
İlk izlenimim şu: İnsanları azarlar gibi bağırıp çağırmadan konuşan bir siyasetçi tipini özlemişim!
Zaten elinde mikrofon olan birisinin sesini duyurmak için ekstradan bağırmasının ne anlamı var, bilemiyorum.
Biliyorsunuz bizim ülkemiz böyle siyasetçilerle dolu. En başta Başbakan ve muhalefet liderleri olmak üzere!
Seslerini duyurmak gibi bir sorunları olmadığına göre böyle bağırıp çağırmalarının bir nedeni olmalı. Acaba söylediklerinin çok anlamı olmadığını ve sözleriyle bizleri etkileyemeyeceklerini bildikleri için mi böyle yapıyorlar? Yoksa biz başka türlü laf söz anlamayan bir halk mı olduk? Bilemiyorum!
Clinton’un başkanlık dönemi ABD ekonomisinin adeta patladığı, işsizliğin azaldığı, herkesin hayatından memnun olduğu bir dönemdi. Zaten bu nedenle iki kez üst üste seçilebildi, normal bir siyasetçiyi koltuğundan edecek çaptaki skandalların üstesinden gelebildi.
Konuşmasının önemli bölümünde de üniversiteden yeni mezun olan gençlerin en can alıcı sorununa değindi: İşsizlik!
Konuşmasını “Umudunuzu yitirmeyin, kendinize güvenin” diye tamamladı ama ertesi günkü New York Times’ta yayımlanan bir haber durumun vahametini ortaya koyuyor.
2009 yılı rakamlarına göre üniversite mezunlarının sadece yüzde 55.6’sı aldıkları eğitime uygun bir işte çalışıyorlar. Yüzde 22.4’ü işsiz, yüzde 22’si ise garsonluk, kitabevinde tezgâhtarlık, sürücülük gibi aldıkları eğitim ile hiç ilgisi olmayan işler bulabilmiş.
Ve bu sadece ABD’nin değil, bizim ülkemizdeki gençlerin de en önemli sorunlarından biri.
Türkiye ile ilgili böyle ayrıntılı bir bilgim yok ama üniversitede aldıkları eğitimle ilgisi hiç olmayan işlerde çalışan çok genç olduğunu biliyoruz.
ABD’deki bu tablonun bizim hayatımızı etkileyen bir başka yönü de var elbette.
40 yıllık bir efsane artık yıkılmış bulunuyor. O da şirketlerin verdikleri reklamlarda, yaşlıların da o kadar kötü bir hedef kitle olmadıklarını görmüş olmaları.
Çünkü ABD’de genç nüfusun işsizlik oranı, 20-24 yaş arasında yüzde 14.2. 25-34 yaş arasında ise yüzde 9.4. Oysa 55-64 yaş grubunda işsizlik oranı sadece yüzde 6.2.
Bu tablo yaşlıların harcayabilecek daha çok paraları olduğunu ortaya koyuyor.
Bunun pratik sonucu önümüzdeki yılın televizyon dizilerinde görülecek. 55 yaş üstündekilere hitap edecek programlar daha çok reklam alacakları için televizyon kanalları şimdi bu işe yoğunlaşmış durumdalar. Bu yüzden eski dizilerin yeni versiyonlarını izlemek zorunda kalacağız, haberiniz olsun.
Tabii her genç iş ve para sorunu yaşamıyor. Lokantaları, barları dolduranlar hâlâ genç insanlar. Vitrinler onlar için düzenlenmiş sanki!
Bu kez Chelsea’de daha önce önünden çok geçtiğim ama içeri girmediğim bir bara da gittim.
Hogs&Heifers isimli “saloon”, dekorasyonu itibariyle daha çok gençlere hitap ediyor olmalı. Üzerlerinde sadece sutyen ve pantolon ya da şort olan kızların barı yönettikleri, arada bir barın üzerine zıplayıp Amerikan folk dansları yaptıkları bir bar burası.
“Dekor” da tavandan ve duvarlardan sarkan binlerce sutyenden oluşuyor. Ne kadarı oraya gelen müşterilerin bıraktıkları “hatıra”, ne kadarı “dekor olsun diye” satın alınmış, bilemiyorum. Ama bartenderlara bakılırsa çoğunluğu “hatıra” imiş.
Bizim memlekette her gece bir cinayete sahne olacak bir bar tipi.
Ama kimse kimseyi rahatsız etmiyor, gözünü dikip bakmıyor!
Amerika’daki magazin basınının tirajlarına bakınca aslında bu halkın da başkalarının hayatlarını öğrenmeye bizden fazla meraklı olduğunu söyleyebiliriz.
Ama iş bireysel özgürlükler sınırına gelip dayanınca akan sular duruyor, isteyen istediği hayatı serbestçe yaşayabiliyor.

Muhabirlik ölürken

İNTERNETTEN takip ettiğim kadarıyla “gazetecilik” ile ilgili bir mesele meslektaşların gündemine girmiş. Hıncal “Ağabey” Uluç’un yazısından çıkardığım kadarıyla tartışma muhabir mi önemli, köşe yazarı mı önemliye kadar gelmiş dayanmış.
Yersiz bir tartışma, muhabir olmadan gazete olmaz, yazar olmazsa gazete olabiliyor ama. Posta Gazetesi’ni yayımladığımda iki sene hiç köşe yazısı yoktu ama gazete Türkiye’nin en çok satan gazetesi olmayı da başarmıştı!
Bu tartışmaya küçük bir katkı da benden olsun.
Saat farkı nedeniyle New York’ta erken kalktığım için, otelde televizyonu açıyorum, ses olsun, kendimi yalnız hissetmeyeyim diye. İki gündür iki değişik kanalın sabah haberlerinde çok ilginç iki haber izledim.
Birisi dondurma paketlerinin üzerine basılan ve ürünün ne kadar kalori, yağ, karbonhidrat içerdiğini belirten bilgi ile ilgili. Bir muhabir, bir markanın üzerindeki bu bilgilerin tamamen hayali olduğunu kanıtladı. Öteki haberde de bir muhabir, bir telefon operatörünün 3G internet bağlantılarında haksız ve fahiş fiyatlandırma yaparak tüketiciyi kazıkladığını ispat etti.
Benzeri haberleri yapacak muhabirler kuşkusuz bizde de var ama bunları yayımlayabilecek yürekte ve bütçede gazete ve televizyon var mı derseniz, yanıtım karamsar!
Birincisi artık bu tür araştırmacı muhabirlik giderek ölüyor, yaptıkları işler küçümseniyor. Çünkü bizde Başbakan’ın ya da Kılıçdaroğlu’nun bilmem neredeki demeci hâlâ en önemli haber sayılıyor. Bu tür haberler önemsenip, gazetede büyütülmüyor. Televizyon haberlerimiz de gazete haberlerinin başka mecrada tekrarından ibaret olduğu için yeni Uğur Dündarlar da çıkamıyor!
İkincisi gazete ve televizyon yönetimlerinin bir haberin peşinde haftalarını harcayacak muhabir istihdamına olanakları yok!
Reklam verenin, siyasetin baskısını saymıyorum bile!