O polislerin ölmesi önlenebilirdi
İSTANBUL’da terörist saldırı nedeniyle şehit düşen polislerin ardından ağıt yakmak, onlara karşı olan görevlerimizi yaptığımızı göstermez.
Ağlamak iyidir, insanı rahatlatır. Cenazelerde nutuk atmak da bir şeydir, nutku atan kendisini akşam televizyondan izlerken gururlanabilir. Ama bunlar yetmez.
Şu soruları da sormalıyız kendimize. Sormak da yetmez, yanıtlarını bulmalı, görevini doğru dürüst yapmayanı da cezalandırmalıyız:
O gencecik polisler neden öldü? Ölmeleri önlenebilir miydi?
Bu soruların yanıtlarını bulursak, bundan sonra benzer genç polislerin de ölüp gitmelerini önleriz. Şehitler de öldükleriyle kalmazlar, ölümleri ile başka polislerin yaşamlarını kurtarmış olurlar. Ölümlerinin bir anlamı olur.
Gazeteler yazdı: ABD, Ortadoğu’daki en güvenli konsolosluk binasını İstinye’de inşa ettirmek için 83 milyon dolar harcamış. Neden? Herhalde “şan olsun” diye değil. Güvenlik açısından o konsolosluğun kritik bir bölgede bulunduğundan harcadı bu parayı.
Peki, böyle bir yerin kapısını beklesin diye koyduğunuz polise kurşun geçirmez yelek vermek kimsenin aklına neden gelmedi? Polis hayatı, çelik yelekten daha ucuz diye mi?
83 milyon dolarlık bir kaleyi bekleyen gariban polisin elinde bir tane tabanca vardı.
Sokaklarda yürürken karakolların önünde bekleyen polislerin ellerinde otomatik silahlar görüyorum. Böyle hassas yerlerde görev yapan polislerden o tür silahlar neden esirgeniyor? O polisin elinde otomatik silah olsaydı, saldırı bu kadar uzun sürebilir miydi, üç polisten hiç olmazsa birinin hayatı kurtulur muydu?
İçişleri Bakanı bu soruyu da kendisine bir sorsun bakalım.
Bu tür terör olaylarını önleyebilmenin gerçek yolu, ciddi bir istihbarat faaliyetinden geçiyor.
Bunun için de ulusal ve uluslararası istihbarat örgütleri arasında sıkı bir işbirliği ve koordinasyon da gerekiyor.
Dış dünyayı şimdilik bir kenara bırakıyorum.
Türkiye’de MİT, askeri istihbarat, emniyet istihbaratı ve jandarma istihbaratı arasında böyle uyumlu ve koordineli bir çalışma var mı?
Teröristler belli ki son derece amatörce faaliyet gösteren bir grup.
Böylesine amatör bir grubun faaliyetinden bile bir istihbarat toplanamadıysa, bunun sorumlusu kim?
Başbakan da bu sorunun yanıtını düşünmeye başlasın bence.
Şehitlere ABD’den ithal cenaze töreni
ALPARSLAN, Malazgirt’ten Anadolu’nun fethine başladığında 1071 yılıydı.
Yani neresinden baksanız on asra yakın bir süredir, bu topraklarda Türkler bir devlet organizasyonu içinde olmuşlar.
Selçuklu’yu ve sonrasındaki dağınıklığı saymasak ve “Anadolu’daki Türk devletinin tarihini” Osmanlı’dan başlatsak bu da yaklaşık yedi yüzyıla karşılık geliyor.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın internet sitesi ise ordumuzun tarihini Mete Han’a dayandırıyor. Yani 2 bin 200 yıllık bir geçmişi var, askeri gelenek ve göreneklerimizin.
Bu süre boyunca kaç şehit verildiğini, kaç kere tören düzenlendiğini ise sanıyorum ki sayabilme olanağımız asla olmayacak.
Dün televizyonda şehit polisler için düzenlenen töreni izlerken hatırladım bu geçmişi.
Fonda Amerikan askeri cenazelerinde trompet ile çalan bir melodi yükseliyordu.
“Taps” adı verilen ve Amerikan geleneklerinde önce “yat borusu” olarak çalınan sonraları askeri cenaze törenlerinde kullanılan bir boru sesi!
Tarihimizi iki bin küsur yıl geriye dayandırıyoruz ama şehit cenazelerinde çaldığımız müziğin geçmişi yüz yıl bile değil ve ABD’den ithal!
Beni rahatsız eden bu durum, sizi de rahatsız ediyor mu?
Siyaset böyle bir şey işte
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Zafer Üskül’ün dün Zaman’da yayımlanan sözlerini okurken, “Siyaset insanı ne kadar değiştirebiliyor” diye düşündüm.
Prof. Dr. Üskül, dosyaları incelemiş ve Kuddusi Okkır’ın tutuklu bulunduğu dönemde kansere yakalanıp, ölmek üzereyken tahliye edilmesinde insan hakları açısından bir sakınca görmemiş!
Söz konusu kişi mahkemece tutuklanıp, cezaevine konulduktan sonra hastalandı.
Hastalandığı süre içinde izlenen süreç, tedavinin yeterince ciddiyetle yapılmadığını ortaya koyuyor.
Kanser olmuş bir insana zatürree tedavisi uygulanıyor. Hastalığı, cezaevinde geçirdiği “depresyon” ile izah edilmek isteniyor ve ölümüne beş kala tahliye ediliyor.
Gözlem altında, tutuklu ya da mahkûm olarak cezaevine giren bir kişinin sağlığından ve yaşamından kim sorumlu?
Onu oraya koyan otorite yani devlet değil mi? Sağlıklı yaşamak ve tıbbi olanaklardan eşit olarak yararlanmak, temel insan haklarından değil mi?
Medeni bir ülkede kanser hastasına “depresyon” teşhisi koymak, “zatürree” tedavisi uygulamak “işkence” sayılır mı, sayılmaz mı?
Zafer Bey, elini vicdanına koysun ve bu soruları kendisine sorsun!