Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Kuzucuk ah kuzucuk!

SABAHLARI uyanınca dilimde bir şarkı oluyor genellikle. Neden oluyor, nasıl oluyor bilmiyorum. Gece görülen ama sabah hatırlanmayan rüyalardan arta kalan bir şey midir, yoksa yeniden uyanabilmiş olmanın verdiği sevinç duygusundan mıdır, düşündüm düşündüm çıkartamadım.

Şarkıların bir iç tutarlılığı da yok. Bir ay boyunca sabahları söylediğim şarkıları alt alta yazmayı denedim, hayır, hiçbir sonuç çıkmıyor.

Kimisi neşeli, kimisi hüzünlü! Bazen bir türkü oluyor, bazen bir Türk sanat müziği şarkısı. Bazen yarım yamalak öğrendiğim Rusça şarkılardan birini söylerken buluyorum kendimi, bazen İtalyanca.

Çözemediğim bir bilmece bu ama şikâyetçi değilim. Ben uyandığımda çevremde olanların bu konuda ne düşündükleri ile de doğrusunu isterseniz ilgilenmemeyi tercih ediyorum, duyacaklarım hoşuma gitmeyebilir diye!

Televizyonda 10 yıl kadar önce gösterilen Ally McBeal isimli bir dizi vardı. Genç bir avukat kadının modern dünyanın güçlükleriyle boğuşurken yaşadıklarının anlatıldığı bir dizi!

O dizinin bölümlerinden birinde Ally, bir psikiyatra gidiyor. Hatırladığım kadarıyla aslında kendisi bir psikiyatra görünmesi gereken bir psikiyatr bu. Geceleri karmaşık rüyalar gören Ally’ye bir “fon şarkısı” edinmesini öneriyor.

Kendisini güçsüz ve mağlup hissettiği günün herhangi bir anında beyninin içinde çalacak ve yeniden yaşamın güçlüklerine direnme gücü kazanmasını sağlayacak bir “fon müziği”!

Sorunu esasen “yarım kalmış bir aşk” ile ilgili olduğu için, Ally eski bir şarkıyı seçiyor kendisine: Something about love. Hareketli, oynak ve aşk acısı çekenlere yalnız olmadıklarını hatırlatan bir şarkı!

Benim ki böyle bir durum da değil. İnsanın “fon şarkısı” her sabah değişebilir mi, benimkisi değiştiği için “fon şarkısı” da diyemiyorum bunlara.

Geçen gün Radikal’de Eyüp Can, bir şarkıdan söz etti.

İsrailli müthiş şarkıcı Chava Alberstein’ın söylediği İbranice bir şarkı bu. Adı Had Gadia. “Kuzucuk” anlamına geliyor.

Youtube’da kolayca bulabilirsiniz, çünkü şarkı aynı zamanda Amos Gitai’nin Free Zone isimli filmin fon şarkısı.

Kalbimin prenseslerinden biri diye sayabileceğim Natalie Portman’ı, siyah  beyaz bir film sahnesinde izliyoruz. Dışarıda dehşetli bir yağmur yağıyor, “Benim küçük prensesim” de camdan dışarı bakarken katıla katıla ağlıyor. İnsanın içine işleyen, en küçük bir rol kesme içermeyen, gerçek bir ağlama bu. Mümkün olsa, bilgisayarın ekranından içeriye elimi sokup, saçlarını okşamak ve “ağlama, yeter artık” demek istiyorum, ama mümkün olmuyor tabii.

Portman’ı izlerken de fonda “Had Gadia”yı dinliyorsunuz.

Youtube’da Türkçe alt yazılı olan versiyonunu izlemenizi öneririm, çünkü şarkı kadar sözleri de insanın içine işliyor.

Şarkı aslında İsrail’in dününün ve bugününün şarkısı! Mazlumun zalim, zalimin mazlum olduğu kısır döngünün ağıtı!

Şarkının bir yerinde şöyle bir söz var: “Değiştin mi hiç / değiştim ben bu sene. Bu yıl ne değişti / bu yıl benim değişen.”

Bu şarkı ile yılın tam da bugünlerinde tanışmış olmam, İbraniceyi telaffuz etmeyi beceremesem de yalan yanlış da olsa dilime takılmış olması bir tesadüf mü?
Evrendeki her şeyin durup dinlenmeksizin değiştiğini öneren bir felsefeye inanırım. İnsanların da bundan uzak kalamayacaklarını, değişebileceklerini bilirim.
Aynaya baktığımda gördüğüm değişikliklerden söz etmiyorum. Onunla mücadele edebilmek zaten mümkün değil. Eskiden her doğum günü sabahı “hey yıllar yenilmedim size” ile uyanırdım, sanıyorum bugün Had Gadia ile uyanacağım.

Ne demiştik, evrende her şey değişiyor, benim fon şarkım bundan neden “vareste” tutulsun?

Ve bu cumartesi yazısını şu şiirle bitirmek istiyorum. “Beni ben yapanlara” bir küçük teşekkür için!

Diego Armando’nun şiiri: “Sen olmasaydın eğer, / O kadar çok şey başka olacaktı ki. / Ne bu kadar sevinçli olacaktım, / Ne bu kadar korkusuz, / Ne de bu kadar umutlu. / Sen olmasaydın eğer, / O kadar çok şey başka olacaktı ki. / Ne güneş bu kadar parlak olacaktı, / Ne ay bu kadar yakın, / Ne de gökyüzü bu kadar mavi. / Sen olmasaydın eğer, / O kadar çok şey başka olacaktı ki. / Ne bu kadar dolu olacaktı yaşamım, / Ne bu kadar göz kamaştırıcı, / Ne de yaşamım kendi yaşamım.”

Kanunlara ve yargıya saygı nerede?

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve arkadaşlarını savcılığın takibinden kurtaracak kanun TBMM’de kabul edildi. Cumhurbaşkanı da eminim, çok bekletmeden imzalayacak ve yürürlüğe girmesini sağlayacaktır.

Ama bu durum bir garipliği ortadan kaldırmıyor ki o da MİT Müsteşarı sıfatını taşıyan kişinin ve emekli müsteşar ile müsteşar yardımcısının kanunlara ve Adliyeye saygısı konusu.

MİT Müsteşarı, savcılığın talimatla ifade vermesi isteğine bile uymadı.

Normal olarak bir kamu görevlisinin, yargının kararını yanlış da bulsa, gidip ifade vermesi gerekirdi. “Nasıl olsa kanun çıkacak, ifade vermeme gerek kalmayacak” diye düşünmemeliydi.

Savcılığın talimatına uyup, ifade vermeye gitmeli ve gerekiyorsa orada “bu konuda kanun değişiyor, kanun değişmezse tekrar gelir, ifademi veririm” demeliydi. Ama yapmadı. Kanunlara ve bağımsız yargıya saygı bunu gerektirirdi.

Dün Radikal’de İsmail Sağıroğlu’nun haberinden öğreniyoruz ki Hakan Fidan, Suriyeli muhalif subay Harmuş’un, Esad’ın adamlarına teslim edilmesi ile ilgili soruşturma nedeniyle Hatay’a da gitmiş.

MİT’in Adana ve Hatay Bölge Müdürlerinin tutuklanması olasılığına karşı bu iki kişiyi Ankara’da MİT binası içinde korumaya da almış!

Çıkartılan kanun sayesinde bu görevliler de dokunulmazlık zırhı kazanmış olacaklar, hayırlı olsun.

Ama önemli bir kamu kurumunun yöneticisinin, yargı sistemine karşı böyle davranması iyi bir örnek oluşturmuyor, ben söylemiş olayım!