Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Polisin kafası hâlâ eski yıllarda kalmış

SİVAS’ta Madımak Oteli’nde dumandan zehirlenerek, yanarak ölen vatandaşlarımızı anma töreninin, biber gazlı bir meydan savaşına dönüşmesi kolayca önlenebilirdi.

Polis, anma törenlerine katılmak için kente gelenlerin otobüslerinin kent dışında durdurup arama ve kimlik kontrolü yapmış. Bu kişilerin yanlarında getirdikleri pankartları incelemiş.

Sonunda da bir pankart yüzünden 20 kadar otobüsün kente girmesine izin verilmemiş.

Elbette bunu yapmak için kanunlarımızda bol miktarda “yasal dayanak” bulabilirler. Ama bir demokraside polisin göstericilerin pankartlarına böyle müdahale etmesi, bazısına izin vermemesi, hatta bu nedenle bazı kişilerin kente girmesini yasaklaması normal bir durum değil.

Söz konusu pankartlarda yazılı olan şeyler suç ise (ki sonuç olarak bu da bir fikrin ifadesi olduğu için zaten suç olmamalı) buna karar verecek olan polis değildir.
Anma töreninin bir itiş-kakış ve biber gazlı çatışmaya dönüşmesi de polisin görevini yaparken sınırları aştığını gösteriyor.

Polisin görevi, o gösterinin çevreye zarar vermesini önlemek ya da gösteriye katılanları çevreden kaynaklanabilecek saldırılara karşı korumaktır. Hepsi bu!
Bunun da yolu belli: Polis bir güvenlik şeridi oluşturur, insanlar o şeridin içinde gösterilerini yaparlar ve dağılırlar.

Çevreye zarar verecek taşkınlıklar olmadığı sürece polisin görevi bununla sınırlıdır.

Seçimlerden önce polisin elindeki biber gazı stoklarının tükendiği ve bu nedenle örtülü ödenekten çıkarılan bir tahsisat ile yeni biber gazı stokunun takviye edildiği ile ilgili haberler yayımlanmıştı.

Belli ki polis artık işin kolayına kaçmaya eğilimli. Biber gazını insanların gözüne sıkıyor ve görevini yaptığını zannediyor!

Ortaya çıkıyor ki polis bu tür gösterilerin “demokratik hak” olduğunu bir türlü kabul edemiyor, “vesayet döneminin” zihni yapısı ile sivil her gösteriyi güvenlik için bir tehdit sayıyor.

Yeni hükümetin İçişleri Bakanı’nın öncelikli işlerinden biri de polisin bu zihniyet yapısını değiştirmek ve demokratik bir ülkeye yakışır hale getirmek olmalıdır.

Tatil planlayanlar için bir önerim var

HAFTA sonunda Atlas Dergisi ile Columbia’nın düzenlediği “Doğa Yürüyüşü” için Gökçeada’ya gittim.

İstanbul gibi 15 milyonluk dev bir kentin burnunun dibinde sayılabilecek bir Ege adasının bu kadar bakir kalabilmiş olmasına şaşırdığımı söylemeliyim.3 saatlik bir otomobil ve Kabatepe’den 1.5 saatlik bir feribot yolculuğu ile adaya ulaşılabiliyor. Benim gibi durduğu yerde duramayan birisi bile bunca yıldır bu adaya ilk kez gittiğine göre bu adayı yeterince tanımadığımızı düşündüm. Bu yazıyı yazmamın nedeni budur: Haberiniz olsun, çok yakınımızda şahane bir ada var!
Gökçeada (eski adı İmroz) Türkiye’nin en büyük adası. Yemyeşil ormanlar ve göllerle kaplı. Deniz kristal gibi, plajlar el değmemiş, çok güzel küçük oteller var, sörf yapmaya uygun, doğa yürüyüşçüleri için rüya gibi rotalar var, yeme-içme ucuz ve kaliteli, üzerine dağılmış küçük köylerdeki taş evleriyle de görülmeye değer bir ada.

Su kaynaklarının zenginliği bakımından dünyanın da dördüncü adası olarak biliniyor.

Kabatepe’deki feribot iskelesinde geminin gelmesini beklerken Anafartalar Su Ürünleri Kooperatifi tarafından işletilen küçük bir lokantada oturduk.

Lokantanın şefi Sarkis Özgün’ün günlük deniz ürünleriyle yaptığı mezeleri tattık. Uzun süredir bu kadar iyi çiroz yememiştim. İsli palamut da harikaydı. Fiyatlar ise insanın cüzdanını yormayacak düzeyde.

Geceyi geçirdiğimiz Zeytindalı Oteli, eski taş evlerin restorasyonu ile yapılmış, Adanın Zeytinli Köyü’nde bulunuyor. Sahibi Nuran Hanım’ın inceliğini yansıtan bir dekorasyonu var.

Zeytinli Köyü’nde ve Tepeköy’de zaman sanki 100 sene öncesinde durmuş gibi. Taş sokaklar, küçük bahçelerin içinde taş evleriyle insana ferahlık veriyor.
“Zaman durmuş gibi” dedim, kelimenin tam anlamıyla öyle ama. Zaten Çağan Irmak da dedesinin öyküsünü anlattığı son filminin “Girit’ten göç” sahnelerini burada çekmiş.

Zeytinli’de Barbo Hristo’nun küçük pastanesinde bugüne kadar yediğim en iyi sakızlı muhallebiyi yedim. Aklınızda olsun, oraya uğrarsanız domates reçelinden de bir tatmanızı öneririm.

Barbo Hristo, Gökçeadalı bir hanım ile evlenmiş, aslen Arnavutköylü. Çocuklarının okulu için bir süre Atina’da yaşamış, Türko Limano’da bir lokanta işletmiş ve 91 yaşına geldiğinde her şeyi bırakıp adaya dönmüş: “Filler gibiyim yani” diye anlatıyor, Allah daha uzun ömür versin!

Zeytinli köy meydanında üç tane kahvehane var. Ben Orhan Karatay’ın yerinde gerçek Türk kahvesi nasıl pişirilmesi gerekiyorsa öyle pişirilmiş bir kahve içtim. Kahveyi dibekte bizzat Orhan Bey dövüyor, biz otururken onunla meşguldü.

Orhan Bey’in kahvesinin duvarları gelip, geçenlerin hatıra olsun diye bıraktıkları fotoğraflar ve küçük kâğıt parçalarına yazarak duvarlara astıkları notlar ile kaplı. Notlardan bir tanesine çok güldüm. Bir kadın şöyle yazmış: “Geçirdiğim en kötü tatil. Kocam sağ olsun!”

Adam, kadıncağıza nasıl eziyet etmiş ki bu notu güzel bir el yazısıyla yazıp, duvara iliştirmiş!

Önerime uyup Gökçeada’ya gidecekseniz güneş batarken mutlaka Yakamoz Restaurant’ta bir şeyler için ya da yemek yiyin derim. Güneş kızıl ışıklar saçarak Ege Denizi’nin dibini boylarken Lâtif Bey’in sohbetine de katılabilirsiniz. Burada da yemekler on numara! Lâtif Bey’in aynı yerde küçük bir taş oteli de var.
Gece de Kaleköy’deki Pembe Kaval, insana huzur veren canlı müziği ile eğlence arayanlara hizmet veriyor. Bu ada neresinden baksanız gerçek bir turizm cenneti olabilirdi.

Neden bu kadar ihmal edilmiş bilemiyorum, ama Ege Denizi’ndeki bir adanın “askeri öneminin” neden olduğu “stratejik meseleler”den kaynaklanmış olabilir.

Kim bilir belki de bu iyi de olmuş, adanın hem doğal yapısı hem de eski yaşam tarzı korunabilmiş.   
Eğer lüks aramıyorsanız Gökçeada’yı aklınızın bir köşesinde tutmanızı öneririm.