Sesinden değil sözünden kovuldu!
PAVAROTTİ’nin ölümünün ardından Türk gazetelerinde yayımlanan haberlerin ortak bir noktası vardı: Pavarotti, gençliğinde Ankara Operası’nda çalışmış, ancak sesi beğenilmediği için kovulmuştu.
Oysa işin aslı bir hayli farklıdır.
Yıllar önce Playmen Dergisi’nde Cüneyt Gökçer ile yapılan bir röportajı yayımlamıştım.
Pavarotti’nin kovulduğu dönemde Gökçer, o kurumun başındaydı.
Kovulmaya neden olan olayın tanıklarından biri de o tarihte Turkish Daily News Gazetesi’nin yazı işleri müdürü olan Prof. Dr. Kurthan Fişek’tir.
Pavarotti’nin kovulmasına neden olan olay, bu ikilinin tanıklığına göre şöyle:
Devrin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bir gün temsil izlemek için operaya geliyor ve çok beğeniyor.
Çevresindekilere, “Sanatçıları tebrik edeceğim, çağırın gelsinler” diyor.
Bu istek Cüneyt Gökçer tarafından Pavarotti’ye iletiliyor.
Pavarotti’nin yanıtı: “Ben sanatçıyım, o bir diktatör. Ben politikacıların ayağına gitmem, o gelsin!”
Bu söz o günlerde Pavarotti’den bazı özel nedenler yüzünden pek hazzetmeyen Cüneyt Gökçer’in aradığı fırsatı yaratıyor ve Pavarotti, Ankara Operası’ndan kovularak gönderiliyor. Gökçer bunu hiç doğrulamadı ama Fişek’in tanıklığına güveniyorum.
Yani Pavarotti’nin kovulma nedeni sesinin değil, sözlerinin beğenilmemiş olması!
Turizm elçisi Orhan Pamuk
BAŞTA ABD olmak üzere dünyanın birçok yerinde “bol paralı, kalburüstü gezginlerin” turizm konusundaki eğilimlerini belirleyen Conde Nast Traveler Dergisi’nin 20. yılı için hazırladığı özel sayısını büyük bir dikkatle okudum.
Yılda 7 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşan turizm pazarı için önemli sayılması gereken bir dergide Türkiye ile ilgili bir tek ilana rastlamadım.
Turizm ve tanıtma bütçemizin nasıl kullanıldığını bir kez daha merak ettim.
Dergi, 20. yıldönümü sayısı için özel bir bölüm de hazırlamış.
“Öncüler” başlıklı bu bölümde bir yazar, bir mimar, iki film yapımcısı ve bir sanatçı seçilmiş.
Bu kişileri sunan yazıda, “21. yüzyılın yolunu aydınlatıyorlar. Yeni kuşak gezginler için ülkelerinin tanıtımına yardım ediyorlar” deniliyor.
Bu “seçkin” isimlerden biri Orhan Pamuk!
Dergide Orhan Pamuk’un bir vapurun güvertesinde çekilmiş fotoğrafı iki sayfa açılmış. Arka planda tarihi yarımada görülüyor. Camileri, minareleri ile büyülü bir kent atmosferi yansıtılıyor.
Pamuk ile ilgili yazıda da Benim Adım Kırmızı, İstanbul ve yakında yurtdışında piyasaya çıkacak Öteki Renkler isimli kitapları ile Nobel Ödülü’nü alış gerekçesine vurgu yapılıyor.
Pamuk’un ödül almasına ülkemizde sinirlenen çok kişi olmuştu. Ama bu, ödülün Türkiye’ye yapacağı katkıyı küçültmüyor.
Belli oluyor ki Orhan Pamuk, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin tanıtımına kitapları ile en az Turizm Bakanlığı kadar katkıda bulunacak.
18 yaşındaki çocuğunuzu Tanzanya’ya yollar mıydınız?
KIZIM doğduğundan beri olması için çok dualar ettiğim bir şeyin gerçekleşmesinin beni bu kadar derinden sarsabileceğini hiç tahmin etmiyordum.
Ama sonunda o gün geldi ve ben de gerçekle yüzleştim.
Kızım büyüdü ve okumak için yurtdışına gitti.
Annesiyle birlikte onu götürdük, okula yerleştirdik, yurdunu gördük, arkadaşlarıyla tanıştık ve kalbimizin en büyük bölümünü orada bırakarak İstanbul’a döndük.
Deyim yerindeyse o günden beri de “eve dama sığamıyorum”.
“Dünyanın en iyi okullarından birinde okuyacak” diye kendimi teselli etmeye çalışıyorum ama içimdeki bir ses de bu ayrılığın, kaçınılmaz büyük ayrılığın ilk adımı olduğunu kulağıma fısıldamaktan bir türlü vazgeçmiyor.
Çünkü artık eve sadece tatillerde gelecek ve bir süre sonra da kendi yuvasına uçup gidecek.
Bunları anlatmamın nedeni, dertlerime sizi de ortak etmek değil elbette.
O okulda kızım ile yaşıt bir Fransız kız yurtta aynı odayı paylaşıyorlar.
Bu kız, liseyi bitirdikten sonra uluslararası bir gönüllülük kuruluşuna katılarak 6 ay Tanzanya’da yaşamış. Çocuklara dil öğretmiş, bir okul inşaatında çalışmış.
“Küçücük bir kızı Tanzanya gibi türlü yoklukların içine ve tehlikelerle dolu bir ülkeye, muhtaç durumdaki insanlara yardım etsin diye ben gönderebilir miydim” diye soruyorum kendime o günden beri.
Yanıtım olumsuz oluyor her soruşumda.
Arkadaşlarıma soruyorum, “Deli misin” diye yanıtlıyorlar.
Hiç tanımadığınız ve sonuç olarak yaşamlarını tümüyle değiştirme olanağınız da olmayan insanlar için çocuğunuzun dünyanın bir ucuna gitmesine siz razı olabilir miydiniz?
Yanıtları duyar gibiyim.
Oysa görünen şu ki, o büyük deneyim, bu çocuğa inanılmaz bir olgunluk ve dünya görüşü kazandırmış.
Onlarca yıllık formel eğitimle kazanılamayacak bir şey gibi geliyor bana.
Ve kendime bir de şu soruyu soruyorum artık: Çocuklarımıza bu kadar yapışarak acaba onlara iyilik mi ediyoruz, yoksa kötülük mü?