Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Siyasal İslam’ın demokrasi anlayışı

ANAYASA Mahkemesi’nin türbanı serbest bırakmak üzere hazırlanmış Anayasa değişikliğini iptal eden kararından sonra, ülkemizin siyasal İslamcı kesimlerinin ne kadar hoşgörülü ve demokrat olabildiklerini bir kez daha görebilme fırsatını bulduk.

“Söz bitti, sıra savaşa geldi” diyeni mi ararsınız, yüksek yargıçlara hakaretler yağdıranları mı? Hepsi bol miktarda var.

Bu çevrenin gazetelerine, televizyonlarına hákim olan hava, arada bir iki sağduyulu sesi saymazsak “Baltaları çıkaralım, laiklere saldıralım” havası.

Anayasa Mahkemesi kararının açıklandığı gün ve ertesinde değişik haber kanallarında, yorumları izledim.

CNN Türk, NTV, Habertürk gibi kanallarda konunun değişik görüşlerden yorumlanışını dinledim.

Savaş kışkırtıcılığı yapan yazar da dahil olmak üzere Anayasa Mahkemesi kararının yanlışlığını savunan gazeteciler, siyasetçiler, hukukçular bu ana kanallarda boy gösterdiler.

Bu kanallar olayın iki tarafının da ne dediğini, meseleye nasıl baktığını objektif olarak yansıtmaya çalıştılar.

Siyasal İslamcıların finanse ettiği ve yönettiği haber kanallarında ise Anayasa Mahkemesi kararını savunan ne bir gazeteci gördüm ne de bir hukukçu.

Bu kanallarda gün boyunca Anayasa Mahkemesi’ne hakaret eden, mahkemenin kararının yanlışlığını anlatan siyasetçiler, gazeteciler, hukukçular vardı.

Karşı sese ise belli ki tahammül yoktu, muhalif kimseyi ekranlarına çıkarmadılar.

Sadece bu bile “demokrasi” sözünün bu kesim için ne anlam ifade ettiğini gösteriyor. Kendisi için demokrasi istiyor ama sadece o kadar! Gerisinin söz söyleme hakkı olamaz, söylerse de ya darbecidir, ya dinsiz!

Ve bu politikanın iktidardaki partinin yöneticileri için tehlikeli bir yönü de var.

Sadece bu teksesli yayını takip ettikleri için Türkiye’yi kendi dar çevrelerinden ibaret sanıyorlar. Ülkede hangi endişelerin yaşandığının farkında bile değiller.

Ve sonra çıkan sonuca bakıp şaşırıyorlar. Ben de onlara şaşırıyorum!

PORTEKİZLİLERİ, KENDİMİZDEN ÇOK SEVDİK!

CUMARTESİ sabahı, havaalanından Cenevre merkezine doğru giderken, futbolun Dünya Kupası’ndan sonraki en önemli organizasyonu olan Avrupa Şampiyonası’nı bu ülkeye veren zihniyeti hayırla anmadığımı söylemeliyim.

Yerli halkın, maç için kente doluşmuş Portekizli ve Türklere bakışı, kendi halinde bir emekliler kasabasında, radyonun sesini fazlaca açmış birisinin görebileceği türden bir bakıştı.

Kafasını “güvenlik” ile bozmuş, yaratıcı ve işbitirici olmaya pek de sıcak bakmayan bir otoritenin varlığını ensemizde hissederek maç mı izledik, ceza mı çektik, ben pek anlayamadım.

İsviçre’yi ve İsviçrelileri bir kenara bırakacak olursak, kentte şahane bir atmosfer vardı.

Kırmızı-beyaz ve yeşil-kırmızı gibi birbirine çok yakışan iki renk giysilere bürünmüş insan seli, gün boyu neşe içinde sokakları, kahvehaneleri, lokantaları doldurmuştu.

Yani “Cenevre böyle zulüm görmedi” de diyebiliriz.

Gün boyunca o sokaklarda gezdim, açık hava kahvelerinde oturdum.

Portekizliler ve Türkler iç içe marşlar söylediler, tezahürat yaptılar, birbirlerine sarılıp kucakladılar, birlikte fotoğraf çektirmek için yarıştılar.

Portekizliler ile Türklerin yapabildiklerini, Fenerbahçeliler ile Galatasaraylılar neden yapamıyor, bilemiyorum.

Boynumda sarı-lacivert bir atkıyla Mecidiyeköy’de, ya da sırtımda sarı-kırmızı bir formayla Kadıköy’de dolaşsam neler olurdu, tahmin etmem zor değil.

Şanslıysam hastaneye yetişirdim sanırım!

Futbolun dostluk, barış ve kardeşlik olduğunu anlatan “resmi sloganlar” sanırım sadece bu tür milli maçlarda işe yarıyor. Kulüplere sıra gelince “ama son bir defa” diye yine kavgaya tutuşuyoruz.

Bir gün belki birbirimizi, Portekizlilerden daha da çok severiz. Kim bilir?

HER YERDE DE PARTİZANLIK ŞART MI?

İSTANBUL Kent Orkestrası Müdürlüğü’ne geçtiğimiz yıl atanan Celal Sevencan’ın özgeçmişini bilginize sunuyorum:

Celal Bey, Samsun Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirmiş.

1982 yılında Bitlis Merkez Atatürk Ortaokulu’na öğretmen olarak atanmış. Mezun olduğu okula bakınca “din dersi öğretmeni” olduğunu tahmin etmek zor değil.

1994 yılındaki yerel seçimlerde Refah Partisi’nden Samsun Tekkeköy Belediye Başkanı adayı olmuş.

Seçimi kazanamamış olmalı ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Yazı İşleri Müdürlüğü’ne getirilmiş.

Bundan sonraki mesleki gelişimi bir hayli renkli!

Önce Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışmış, sonra İtfaiye Daire Başkanlığı’na programcı olarak atanmış.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Sosyal İdari İşleri Müdürlüğü ve Katı Atık Yönetimi Şube Müdürlüğü görevlerinde de bulunmuş.

Son işi ise İstanbul Kent Orkestrası Müdürlüğü!

Yüksek İslam Enstitüsü’nde verilen eğitimin ne kadar çok yönlü insanlar yetiştirmeye muktedir olduğunun canlı bir örneği Celal Bey.

İlahiyat okulu değil, Harvard işletme fakültesi sanki!

Celal Bey’in şahsı ile kişisel bir meselem yok.

Görevinde başarılı olmasını ve daha üst makamlara da gelmesini samimiyetle diliyorum.

Ama “partizanlık” denen şeyin de bir sınırı olmalı diye düşünüyorum.

Celal Bey’e yeteneklerini ve bilgisini İstanbul halkının hizmetinde kullanabileceği daha uygun bir görev bulunamaz mıydı?

Her koltuğa mutlaka “eşi türbanlı, imam hatipli birisi” mi gerekiyor?