Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Yabangülleri nerede yetişir?

SABAH sabah yine kazanacağımı bildiğim bir iddiaya girmeseydim, o küçük ayrıntının belki de hiç farkında olmayacaktım.

İddia konumuz şuydu: “Where the wild roses grow” (yabangülleri nerede yetişir) şarkısındaki erkek Nick Cave miydi, yoksa Leonard Cohen mi?
Aslında böyle iddialara girdiğim için “dolandırıcı” olarak bile kabul edilebilirim, şarkıdaki erkek Nick Cave idi, kadın da Kylie Minogue.
Şarkı, dinlerseniz hak vereceksiniz, gerçekten insanın ruhunu derinden etkiliyor.
Kadın şöyle başlıyor: “Beni yabangülü diye çağırıyorlar, oysa benim adım Elisa Day.”
Şarkının sonunda anlıyoruz ki Elisa Day, ona ilk görüşte âşık olan bir adamın sevgilisiymiş. Kadın o kadar güzel ve etkileyiciymiş ki adam sonunda kadını yabangüllerinin yetiştiği bir yerde öldürmüş. Şarkının sonunda da erkek “Ve elveda öpücüğü verdim, dedim ki bütün güzellikler ölmeli” diyor.
Elisa Day’e herkesin neden yabangülü dediğini de böylece öğreniyoruz: Öldüğü yerde kıpkırmızı bir yabangülü bitmiş!
Hafta ortasından beri Ege adalarında dolanıp duruyorum.
Sabah erkenden kalkıp yürüyüşe çıkıyorum, geceki alkol ve yemek aşırılıklarımı kendi vücuduma affettirmek için yerine getirilmesi gereken bir ayin gibi.
Adaların keskin virajlı dar yollarında yürürken, bir ağacın altında ya da bir kayanın dibinde minicik kilise replikaları görüyorum.
Boyları ancak 30-40 santimi bulan, minicik Ortodoks şapelleri.
Çoğu hayatını oracıkta kaybetmiş birisi için yapılmış.
Bir motosiklet kazasına kurban giden bir oğul ya da kayanın dibinde çekip gidiveren bir yakın için.
Çoğunda taze çiçekler de oluyor. Belki geride gözleri yaşlarla kalmış bir sevgili, belki içindeki büyük acıyı bastırabilmek için her gün çocuğunun son nefesini verdiği yere gelen bir anne, belki “Orada bir insan öldü, anmalıyım” diyen herhangi birinin getirip, bıraktığı çiçekler.
Çoğunlukla zakkum, petunya gibi çiçekler.
İddiayı kazandıktan sonra yürürken onlardan bir tanesinde tek bir kırmızı gül gördüm.
Bir kırmızı gülü, öyle bir yere kim bırakabilir ki? Bir erkek bırakmış olmalı, bir kadın için.
Orada birisinin bir sevgili kaybettiğini düşündüm: Yüzüne hâkim Grek burnu, omuzlarına dökülen kuzgun siyahı saçları bizim denizlerimizin tuzu kokuyor, ince belli bir sevgili.
Kaderin “Bütün güzellikler ölmeli” diyerek, koparıp, kuruttuğu bir narçiçeği!
O minik şapelin başında kaç dakika durdum, bilmiyorum. Bir kamyonetin kornasıyla kendime gelmeseydim, belki benim için de oraya bir minik cami dikebilirdiniz.
Sonra şöyle düşündüm: Hayatımızdaki güzellikleri öldürüp çekip gidiyoruz. Gittiğimizi zannediyoruz daha çok. İçimizde, kalbimizin orasında burasında minik şapeller diktiğimizin farkına varmadan!
Arada sırada orada bir şey olduğunu hatırlatıyor hayat. Bir şarkının ilk kuplesi, buğulanmış bir beyaz şarap bardağı, duvara fırlatılmış bir votka şişesinin kırıkları. Marketteki kasiyerin ince parmakları, yüzümüzü yalayıp geçiveren bir meltem!
İçimizde diktiğimiz her şapel, önüne her sabah bir çiçek bırakmasak da peşimizi bırakmıyor.
Ölen, öldürülen bir güzelliği hatırlatıp duruyor!

Böylesini ancak şakacı tanrılar yapabilirdi

İLKOKUL yıllarımda ev ödevlerini zaten sevmezdim, ama bunların içinde de birinci sevilmeme derecesini haritalara verirdim.
Bize o haritaları neden çizdirip durdular, bilmiyorum. “Atlas diye bir şey var, ders kitaplarında da haritalar var, ne öğretecekseniz oradan öğretin, harita neden çiziyoruz” diye düşünürdüm.
Çok genç yaşta aramızdan ayrılan sevgili arkadaşım Mehtap olmasaydı ve hızlı harita çizmek gibi bir yeteneğe de sahip olmasaydı, büyük olasılıkla kulaklarım Midas’ınki gibi uzamış olurdu! Nur içinde yatsın.
Hora’nın tepesindeki kaleden Patmos Adası’na bakarken bunu hatırladım ve “İyi ki ilkokulu burada okumamışım” diye aklımdan geçirdim.
Öyle bir coğrafya ki çizilebilmesi olanaksız, böylesini ancak Olimpos’un şakacı tanrıları düşünebilirlerdi, öyle bir yer.
Elinize bir dantel alıp rastgele yırtın ve elinizde kalan beyaz parçanın kara, boşluğun da deniz olduğunu hayal edin, öyle bir yer.
Bodrum’dan yaklaşık 6 saatlik bir yelken yolculuğuyla ulaştık Patmos’a. Hava, Yunan meteoroloji sitesi Poseidon’un turuncu ile gösterdiği gibi olmasaydı, daha kısa sürede de ulaşabilirdik.
Patmos, ekonomik krizin her sonucunu yaşıyor. Turist az, birçok yer kapanmış.
Yunancada banka “trapeza” kelimesi ile tanımlanıyor. Bu kadar çok “trapez” yapınca düşmek de kaçınılmaz diye şaka yapmak mümkün ama bundan hiç hoşlanmadıklarını söyleyeyim.
Patmos’daki arkadaşlarımızdan Dimitri, Jimmy’s Balcony diye bir lokanta işletiyor. Altı evi, üstündeki teras lokantası. Limanın olduğu Skala’ya yüksek bir tepeden bakan Hora isimli bir küçük köyde. Yunan adalarında deniz ürünü yemek gerekir ama Dimitri’ye “ciğer” ısmarlayın, yolunuz düşerse. Böylesini daha önce yemiş olmanıza olanak yok. “Ciğer steak” de diyebiliriz, özel bir sosla marine edilmiş, ızgarada pişirilmiş.
Dimitri halinden memnun, müşteriler daha çok Türk ve yat ile gezen zengin yabancılar.
Gece için yine Hora’da 1673 diye bir yer var. Sahibi Yannis de arkadaşımız, yer ayırtırken selam söyleyin. Kulübün ismi bulunduğu taş evin 1673’te yapılmış olmasından kaynaklanıyor. Dedelerinin evi, amcası da ölünce ona kalmış, o da bar yapmış. İnsan orada gördüğü kızların haline acıyor. Üstte yok, başta yok! Bu kadar az kumaş parçalarıyla örtünmeye çalışmaları, krizden midir, çıkaramadım!
Oraya kadar gitmişken tepedeki manastırda Fatih Sultan Mehmet tuğralı bir fermanı da görmeden dönmeyin, çünkü benzerlerini Türkiye’de bile görmeniz zor.
Bunları yazıyorum diye bana kızanlar da vardır eminim: Bizim teknemiz yok, nasıl gideceğiz diye sinirlenenler!
Şunu söyleyeyim: Özel bir tekne gerekmez. Yunan adalarını bedavaya yakın ucuza nasıl gezebileceğinizi daha sonra anlatacağım. Bugünlük yerimiz bu kadar çünkü.