HÜRRİYET

Yumurta, tavuk bilmecesi gibi

CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün, Erivan’da oynanacak olan Ermenistan-Türkiye A Milli futbol karşılaşmasına gidip gitmeyeceği bir bilmeceye dönüştü.

Başbakan “Gidecek, Dışişleri Bakanı da eşlik edecek” derken, Köşk “daha düşünülüyor” anlamına gelen bir tutum izliyor.

Tipik bir “politikasızlık” durumu! Rüzgárın esiş yönüne göre değişen, oradan buraya savrulan dış politikanın bir sonucu.

Sızan haberlere göre Dışişleri, Erivan’da gösteri yapılmamasının garanti altına alınmasını, maçta tatsız tezahüratın önlenmesini filan istiyormuş.

Bu arkadaşlar galiba Ermenistan’da gerçekten bir demokrasi olduğunu zannediyorlar.

Orada iktidar partisi izin vermeden hiçbir şey olamayacağını unutuyorlar ki Taşnaklar da herhalde böyle bir fırsatı gürültülü bir gösteri uğruna harcamayacak kadar akıllı olmalılar.

Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, Erivan’a gitmesi ne Türkiye’nin Ermenistan politikasına zarar verir ne de Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ sorununa.

Unutmayalım ki Ermenistan ile hem Türkiye hem de Azerbaycan değişik uluslararası platformlarda dolaylı ve “doğrudan” görüşmelerde bulunuyorlar.

Konuşmadan hiçbir sorunun çözülemeyeceğini unutuyoruz ve bu da konuşma zemini olarak iyi bir fırsat.

Kimse, kendi tezinden vazgeçmiyor ama bir konuşma olanağı değerlendiriliyor. Olaya böyle bakmak gerek.

İktidar böyle kararsız bir tutum içindeyken bakın ana muhalefet lideri Deniz Baykal ne diyor:

“Bakü’de olsaydı da gitseydik!”

Aslında bu da bir fikir tabii, Bakü’ye gidip, orada televizyondan seyretmek de mümkün maçı.

Şimdi size bir bilmece: İktidarı böyle olduğu için mi muhalefeti böyle bu ülkenin? Yoksa muhalefeti böyle olduğu için mi iktidarı da böyle?

“Yumurta mı tavuktan çıkıyor, tavuk mu yumurtadan” bilmecesinin dış politika versiyonu!

İktidara yakın olmak ya da olmamak

ERGENEKON İddianamesi’nin ekleri arasındaki yüzlerce “iletişim tespit tutanağı” arasında ilgimi çeken bir telefon kaydı daha var.

Bu kayıt, Adalet Bakanlığı Müsteşarı olduğu dönemde Fahri Kasırga ile Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından emekli general Veli Küçük arasında yapılan bir telefon görüşmesine ait.

Veli Küçük, Fahri Kasırga’yı arıyor ve konuşma şöyle başlıyor:

Kasırga: Alo.

Küçük: Balkanların en büyük savcısıyla ve en büyük bakanıyla görüşecektim.

Kasırga: Kendileri karşınızda, Orta Doğu ve Balkanların en büyük paşası!

Konuşma hal hatır sorma ve Veli Küçük’ün bir hákim adayı için mülakatta torpil istemesiyle devam ediyor. Konuşmanın içeriğinden anlıyoruz ki Veli Küçük ile Fahri Kasırga arasında iyi bir samimiyet var ve yargıç tayini gibi bir konuda bile “Veli Amcası kefilse, ben de ona kefilim” sözleri söylenebiliyor.

Belki hatırlarsınız, seçimlerden önce “tarafsız Adalet Bakanı” olan Kasırga, bir süre önce kendi isteğiyle Adalet Bakanlığı Yüksek Müşavirliği görevine getirildi.

Şimdi bu belgenin ikili arasında önemli bir örgütsel ilişkiyi kanıtladığını iddia edecek değilim.

Buna karar verecek olan savcı, Kasırga’nın ifadesini alma gereği bile duymadığına göre böyle düşünüyor demektir.

Ancak benzeri şekilde bir Ergenekon sanığı ile telefon görüşmesi yapan Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ün eşi Ferda Paksüt’ün “şüpheli” olarak ifadesi alındı.

Böyle olunca da ben şunu merak ediyorum: Bu davada sanıklar, tanıklar ve şüpheliler ayrımı yapılırken, iktidara yakınlık, uzaklık bir faktör müdür?

Ve bir soru daha: Fahri Kasırga ile Veli Küçük arasındaki telefon görüşmesinin taraflarından biri sanık, diğeri ifade vermesi bile gerekmeyen bir kişiyse, o telefon kaydı neden iddianame ekinde yer alıyor?

Bir suçun kanıtı olarak mahkemeye sunulmayan kayıt, neden imha edilmedi?

Biraz daha saygılı olmak gerek

EŞİ AKP milletvekili olan ve geçmişteki ülkücü çizgisinden bugün AKP çizgisine kayan Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde, Orgeneral İlker Başbuğ’un devir teslim töreninde yaptığı konuşma ile ilgili bir tahlil yayımladı. Türköne, askerin dini cemaatler ile ilgili tutumunu eleştiriyor.

O yazıda şöyle bir cümle dikkatimi çekti:

“86 yıldır savaşmayan ve sadece tören yapan bir ordunun 1774 kadar uzak bir tarihe göre kendisini yeniden gözden geçirmesi lazım.”

Türköne’nin, 1768-1774 yılları arasında Osmanlı’nın yenilgisi ve Küçük Kaynarca Anlaşması ile sonuçlanan Osmanlı-Rus Savaşı’na gönderme yaptığını düşünüyorum ama bu konuda bir açıklık olmadığı için sadece tarihin anlamını belirtmiş olayım.

Türköne’nin “86 yıldır savaşmayan ordudan” söz ettiği gün Bingöl’de 4 askerimiz şehit düştü, 4 askerimiz yaralandı. Terörle mücadeledeki düşük yoğunluklu savaşta şehit düşenleri bu vesileyle anmış olalım.

Kore Savaşı ve Kıbrıs Barış Harekátı demek ki savaştan sayılmıyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Birleşmiş Milletler ve NATO misyonu ile Bosna, Kosova, Afganistan, Lübnan, Somali operasyonları da belli ki “deneyim” sınıfına bile sokulmamış.

Türköne, askerin dini cemaatlerle ilgili görüşlerini beğenmiyor olabilir. Böyle bir fikri varsa, açıklama hakkına da sahiptir, kimse bir şey diyemez.

Ama “86 yıldır sadece tören yapan bir ordudan” söz etmek, bence biraz saygısızlık oluyor!