Mehmet Yakup Yılmaz Body Wrapper

Madem bu kadar duygusal, ben niye ağlıyorum ki?

 Kazablanka’nın gelmiş geçmiş filmler içinde “en iyi aşk filmi” seçilmiş olduğu haberlerini okuduğumda tesadüflerin insan yaşamında olduğu kadar, sanatsal çalışmalarda da ne kadar önemli olduğunu düşünme fırsatını buldum.
Andrew Sarris, 1968 yılında Amerikan sineması üzerine yazdığı bir kitapta filmin “bir kaza” olduğunu söylerken haklıydı. Bugün Kazablanka’yı hatırlamamıza neden olan ne varsa hepsi tesadüflerin sonucuydu.

Film önce Ronald Reagan, Ann Sheridan ve Dennis Morgan ile çekilmek üzere planlanmıştı. Reagan’ın ve menajerlerinin senaryoyu neden geri çevirdiğini kimse bilmiyor. Humphrey Bogart’ın yerine Ronald Reagan, Ingrid Bergman’ın yerine Ann Sheridan… Bunun gerçek bir “kaza” olmadığını kim söyleyebilir?

‘Bir daha çal Sam’
Bogart’ın bugün daha çok “cool” diye tanımlayabileceğimiz, “kendine güvenen, alaycı, yalnız adam” tipinin filme katkısının olmadığını kim söyleyebilir? Ya da yönetmen Curtiz, Bergman’ın kontürleri ince uçlu bir kalemle çizilmiş gibi duran masum yüzünün kıvrımlarından fışkıran şehvet yüklü ifadesini sık sık yakın plan çekimlerle perdeye aktarmamış olsaydı, bu film anılarımızda bu kadar derin izler bırakabilir miydi?
Tesadüf bununla da sınırlı değil.. Filmi nasıl Bogart ve Bergman olmadan hayal dahi edemiyorsak, ünlü şarkısı “As time goes byösız da hayal etmemiz mümkün değildir.
Filmde, “Bir daha çal Sam” repliğinin söylenmesine yol açan şarkının seyircide bıraktığı iz ve neredeyse seyreden her kişide uyandırdığı romantizm filme esas ruhunu veren önemli ayrıntılardan biridir…

Tesadüflerin eseri…
Ve elbette, şarkının Bergman tarafından yeniden çalınmasının istendiğini duyan Bogart’ın “o dayanabiliyorsa, ben de dayanırım” sözünün bütün terk edilmiş aşıklarda bıraktığı iz…
Filmin müziklerini dönemin en verimli bestecisi kabul edilen Max Steiner yazmıştı. “As time goes by” hariç… Bu şarkı Herman Hupfeld tarafından bir Broadway müzikali için yazılmış, filmin senaryosu da bu oyundan yola çıkılarak yazıldığı için gelip “kurdela”nın merkezine yerleşmişti.
Steiner buna itiraz etti. Parçadan hoşlanmadığını söyledi. Yeni düzenlediği başka şarkının filmde kullanılması için yapımcı Hal Wallis’i ikna etti. Wallis paraya kıymaya ve sahneyi Steiner’in şarkısıyla yeniden çekmeye karar verdi.
Ancak bir tek şeyi hesaplamamıştı: Tam o sıralarda Bergman, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” filmi için saçlarını kısacık kestirmişti ve sahnenin yeniden çekilmesi mümkün olamayacaktı. Steiner, sonucu çaresiz kabullendi.
Kazablanka, bu “kaza”ların bir araya gelmesiyle oluştu ama seyircinin hafızasındaki ölmez yerini; “romantik aşkın, her şart altında doğruyu yapmaktan vazgeçmemenin ve zorluklarla sınanmış bir özverinin öyküsü” olduğu için elde etti.

Başarının sırrı…
‘Psikiyatri ve Sinema’ (Okuyan Us Yayınları) isimli kitaplarında Gabbard kardeşler, filmi “kült” yapan ve modasının hiç geçmemesini sağlayan özelliklerini şöyle anlatıyorlar:
1 – Bogart ve Bergman’ın varlıkları. 2 – Filmin gerçekten hem başarılı ve ulvi hem de nostaljik güce sahip, hem sahneden kaynaklanan, hem de sahne dışından gelen müziğinin olması. 3 – Filmin geri planındaki “Ödipal sorunun” insanı rahatlatıp memnun edecek bir sonuca bağlanması. 4 – Filmin kanun kaçağı Amerikalı kahramanının 2. Dünya Savaşı koşullarında bile ayakta kalmayı başarabileceğini taahhüt eden bir mesajının olması.

Her izleyişte…
Kazablanka’yı kaç kere seyrettiğimi, “As time goes by”ın evimdeki CD’ler arasındaki değişik yorumlarını kaç kere dinlediğimi hatırlamıyorum bile… Her izleyişimde yeni bir detay fark ediyorum… Şarkıyı her dinleyişimde piyanodan yükselen ses beni Büyükdere’den alıp Atlantik kıyısındaki loş bir salona götürmeyi başarıyor…
Ama Gabbard kardeşlerin 3 ve 4 numaralı gerekçelerini okuduktan sonra eleştirmen Harvey Greenberg’in bu film için söylediği gibi “Madem bu kadar duygusal, ben niye ağlıyorum ki” demeden de edemiyorum..