MİLLİYET

Rahat uyu aziz dostum…

  “Hayır” demiştim Emre’ye, “tatilde yazı yazmayacağım.” Tuğrul’un kalbine yenileceğini nasıl bilebilirdim ki?

Nereden bilirdim, Tuğrul’un arkasından yazı yazmam gerekeceğini?
Bizi ilk korkuttuğunda Hürgün’deydik. Topu topu 49 gün yayımlanabilen bir gazetenin her işine yetişmeye kalktığında “ayakta” geçirmişti, ilk kalp sıkışmasını… “Bu iyi oldu” diye şakaya vurmuştuk olayı… “Artık bir kalbin olduğunu öğrendin. Uzun yaşarsın bu sayede…”
Sonra Silivri’de tekrar hatırladık Tuğrul’un perhiz yapması gerektiğini, kendini yormaması gerektiğini…

Tuğrul ve ölüm; olamazdı..
Dün sabah Kurthan Hoca’nın telefonu ile Napoli’de uyandığımda aklımdan bir sürü kötü şey geçmişti ama Tuğrul’un ölmüş olabileceğini hiç düşünememiştim…
İkisi bir arada olamayacak iki şeydi bunlar… Tuğrul ve ölüm…
Yaşamayı, her anına dikkat ederek bir sanata çevirmeyi isteyen genç bir insana en son yakıştırılabilecek şeydi bu.. Onunla Gelişim’deyken tanışmıştım. Bir yemek ansiklopedisi ve bir yemek dergisi yayımlıyordu.
İyi iki dost olmuştuk kısa süre içinde.. İki eski yatılı okul arkadaşı gibi.. Her şeyi paylaştığım, birlikte gülüp bilikte üzüldüğüm bir dost..
Işıl’la evlendiğimde üzülmüştü “Yalnız kaldım” diye.. Sonra bizim evin ‘oğlu’ oldu.. Esen ile evlenene kadar.. Bizim evin hem misafiri, hem baş aşçısıydı o yıllarda.. Ben de aşçı yamağı.. Bin bir türlü garip yemek icat etmeyi denediğimiz mutlu günler… Yasemin doğduğunda lohusa şerbetine Cointreau karıştırmak da dahil bir sürü değişik tat yaratmayı denemiştik Tuğrul’la…

‘Yahu Müdür’ diye başlardı..
Bir gün videoda “Operadaki Hayalet”i seyrederken onu korkutmuştum. Filmin en heyecanlı yerinde arkasından sessizce yaklaşarak “Bööh” diye bağırmıştım. “Ölürsem sorumlu diye senin adını vereceğim meleklere” demişti..
Galatasaray, şampiyonluğu son maçta Beşiktaş’a averajla kaptırdığında da bizim evde birlikte üzülmüştük.. O gün ben niye üzüldüm o kadar, şimdi daha iyi anlıyorum..
Hürgün gazetesinin pazar ekinde yemek yazıları yazmaya da ben zorlamıştım Tuğrul’u.. Mustafa Küçük’ten aldığımız yemek fotoğraflarına bakıp “Bekâr Aydın’ın Mutfağı” isimli bir köşede yemek tarifleri yazdırıyordum zorla..
“Yahu Müdür, bu yemekler pişmez ki” diye itiraz ettiğinde hep aynı şeyi söylerdim: “Bunlar pişirmek için değil, okunmak için.. Sen yaz, okuyucu onun değerini bizden iyi anlar..”

‘Gerçek şaraptadır’
Muazzam entelektüel birikimi ile yazdığı yazılar zamanla biz Türklerin damak zevkinin gelişmesinde en önemli görevi yerine getirdi, yıllar içinde..
O yıllar en lüks lokantada bile salataya “hafif” diye ayçiçeği yağı konulduğu yıllardı.. Bununla ciddi bir savaş verdi.. Bugün Türkiye’de zeytinyağı yeniden “baş tacı” olduysa bunda Tuğrul’un ısrarlı çabalarının da rolü olduğunu biliyorum..
Yaşamım boyunca gördüğüm en dikkatli gazete okuyucusuydu. Hep, birlikte çalışmak istemiştim bu yüzden.. Ama onun aklında sadece güzel yemekler, iyi şaraplar ve eksiksiz servis verilen lokantalar vardı.. “Gerçek şaraptadır” derdi eski bir Latince sözü hatırlatarak. In vino veritas!

Boğazımda bir yumruk…
Bu yazıyı Napoli Körfezi’ne bakan bir otel odasında yazıyorum.. Akdeniz güneşi bu mevsimde bile insanı yakıyor…
Ama içimi asıl yakan şeyin Tuğrul’u kaybetmiş olmam olduğunun farkındayım.. “Yahu Müdür” diye seslenişi kulağımda çınlıyor sabahtan beri..
Belki 20 yıldır ilk kez bir kalemle ve elimle yazı yazmaya çalışıyorum..
Bu huyumla hep dalga geçişi geliyor aklıma.. “Daktilo icat edilmeseydi mektup bile yazamazdın sen” deyişi..
Bu yazdıklarımın çok kişisel olduğunun farkındayım elbette..
Bunun için beni affedin…
Tuğrul’un arkasından bir yazı yazmak zorunda kalacağımı nereden bilebilirdim ki?
Boğazıma bir yumruk takılı sanki..
Şimdilik burada ayrılıyoruz aziz dostum..
Bir daha ne zaman karşılaşacağımızı sadece Tanrı biliyor..
Rahat uyu, çok yorulmuştun, biliyorum..