MİLLİYET

Tolstoy, kadınları yazdığı kadar iyi tanırdı!

 Küçük bir sarı kâğıdın üstüne not almışım, cümlenin başına ve sonuna tırnak koymayı da ihmal etmeyerek… Ama en can alıcı şeyi yazmayı unutmuşum: Bu sözü kim söyledi?
Söz şöyle: “Ben hayatımda Anna Karenina kadar kişilikli bir kadına rastlamadım. Zaten onu yaratan da bir erkektir.”

Bir “çıfıt çarşısı”na benzeyen masamın çekmecelerinde bu kâğıdı bulup çıkarmaya beni yönelten şey Ahmet Altan’ın başlattığı bir tartışma oldu.
Altan’ın sorusu şu: “Kadınları iyi yazan yazar, kadınları iyi tanır mı?”
Ahmet Altan, kadınları iyi anlatan yazarların, aslında kadınları iyi tanımadıklarını söylüyor. Onların “iyi yazarlar” olduğunu vurguluyor ve buradan çıkarak, iyi yazarların erkekleri, çocukları, yaşlıları da iyi anlattıklarını söylüyor.

Nikâhlı eşin tezi…
Önermenin ikinci bölümüne katılmamak mümkün değil. İyi yazar, ne yazarsa yazsın yazdığını iyi anlatır. Bu doğru.
Ama soru Tolstoy’un kişiliğine indirgendiği zaman, ki Altan’ın örneği de o, ben Tolstoy’un kadınları aynı zamanda iyi tanıdığını da düşünüyorum…
Altan, Sabah’taki yazısında Tolstoy’un “nikâhlı eşi” Sofya’nın bir sözünü de aktarıyor: “Eğer Tolstoy, kadınları yazdığı kadar iyi tanımış olsaydı, onunla çok mutlu bir hayatımız olurdu.”
Ahmet Altan da Sofya’nın bu görüşünü paylaşıyor ve Tolstoy eğer kadınları iyi tanısaydı çiftin birbirinden nefret edecek bir ilişki içinde yaşamlarını sürdüremeyeceklerini söylüyor.

Aşkını buna borçluydu…
Lev Nikolayeviç Tolstoy’un düzgün bir evliliği olduğunu kimse iddia edemez. Kızının piyano öğretmeni ile büyük bir aşk yaşadığını biliyoruz.
Bildiğimiz bir başka şey var ki o da Tolstoy’un Anna Karenina’yı yazarken kendi “mutlu aşkı” ve “mutsuz evliliği” arasında bir paralellik kurduğudur…
Anna Karenina, aradan geçen 124 yıl sonra bile kadın duyarlılığını en iyi yansıtan, tüm zamanların en kanlı canlı roman tipi olduysa, bunu yaratıcısının doğaüstü yazarlık yeteneklerine olduğu kadar, ismini kimsenin hatırlamadığı piyano öğretmenine de borçludur… Tolstoy’un yaşamının bir bölümündeki tek gerçek aşkının varlığına!
Yani Ahmet Altan’ın önermesini tam tersine çevirip şöyle de söyleyebilirim: “Tolstoy kadınları yazdığı kadar iyi de tanırdı. Kızının piyano öğretmeniyle dillere destan bir aşk yaşamış olmasını da buna borçludur.”

Bir defa da bulunmazsa…
Erkeklerin ve kadınların yolları, şu ya da bu nedenle kesişebiliyor. Her kesişmenin sonucunda insanın kendi “ruh ikizini” bulduğunu iddia edebilmek de mümkün değil.
Ayrıca şu da mümkün: Hayatınızın herhangi bir döneminde karşılaştığınız kadının ya da erkeğin “ruh ikiziniz” olduğunu düşünebilirsiniz. Ama aradan geçen zaman size bunun yanlış bir yargı olduğunu da gösterebilir. Daha önce bir hata yaptığınız ve yanlış bir duyguya kapıldığınız için, gerçek aşkınızı bulduğunuzda vazgeçmeniz mi gerekir?
Elbette hayır. Nitekim benzer bir süreci Tolstoy da yaşamış olmalı. Kızının piyano öğretmenine âşık olduğunda, sırf daha önce yanlış bir tercih yaptığı için bundan vaz mı geçmeliydi?
Benim kişisel yanıtım: Hayır, vazgeçmemeliydi! Aşkını yaşamaktan vazgeçmediği için kadınları iyi tanımadığını ve anlamadığını söylemek mümkün olabilir mi?

Öldürmek zorundaydı
Ahmet’in başlattığı tartışmaya yazar Buket Uzuner de katıldı: “Tolstoy’un Anna Karenina’yı iyi anlattığına inanmıyorum. Bir kadın yazar o kitabı yazsaydı Anna Karenina ölmezdi.”
Şimdi Anna Karenina’yı iyi ki Buket Uzuner yazmamış diye düşünüyorum.
Tolstoy, benim sevgili-talihsiz Annamı öldürmek zorundaydı… Ve bunu kadınları iyi tanıdığı için yapmak durumundaydı…
(Eski okuyucular hatırlayacaklardır, bunu neden yaptığını 20 Nisan 2002 tarihinde anlatmaya çalışmıştım: Anna öldü, çünkü damarlarında aşk akıyordu!)