Dün öyle bir maç izledik ki sadece buna tanık olmak bile uzun yıllar unutulmayacak. Türkiye’nin Dünya Kupası yarı finalinde bir daha ne zaman oynayabileceğini ancak Tanrı bilir…
Ne mutlu bize ki bunu da gördük…
Maçın bittiğini ilan eden düdük çaldığında kendi kendime sordum: Üzgün müyüm?
Hayır, duygularım üzüntüyle açıklanamaz… Biliyorum ki o maç sabaha kadar oynansa sonuç değişmeyecekti. İki takım arasındaki taktik, teknik ve fizik güç farkı öylesine büyüktü ki, bu sonuç kaçınılmazdı…
Bu nedenle üzgün değilim. Hatta tam tersine mutlu olduğumu bile söyleyebilirim. Finallere katılan bir takımın oynayabileceği maksimum maç sayısı 7’dir ve biz Kore ile oynayacağımız maçtan sonra bu sayıyı tamamlayacağız. Bir turnuvada oynanabilecek tüm maçları oynayabilmek, bizim ayarımızdaki takımlar için başarıdır. Bu başarıya sevinmek gerekir…
Biliyorum ki birçok kişi dünkü maçta Hakan Şükür’ü sonuna kadar oyunda tuttuğu için Şenol Güneş’e kızıyor. Bunun haksızlık olduğunu düşünüyorum. Özellikle Şenol Güneş’e karşı haksızlık.
Hakan artık görmeli…
Bir takımın yöneticisi olarak takımın kaptanını, bunca geçmişin ardından harcamasını beklememek gerekirdi. Nitekim Güneş de bunu yaptı. Kaybetme ve eleştiri okları altında kalma pahasına… Bundan kendine ders çıkarması gereken kişi Hakan Şükür’den başkası değildir.
Her futbolcunun düşüş ve çıkış dönemleri olabilir. Düşüş süreklilik gösteriyorsa futbolcunun bunu kendisinin anlamasını beklemek de gereklidir, çoğu durumda…
Hakan, 31 yaşında, olgun, çoluk çocuk sahibi olmuş bir insan… Bütün turnuva boyunca kaleyi bulan tek bir şut çekmiş olduğunu kendisi de görüp, değerlendirebilecek yetişkinlik düzeyinde. Hakan hocasına ve takım arkadaşlarına kendisi veda etmeyi bilmelidir.
İngiliz kaleci Seamann hatası nedeniyle gözyaşları içinde tüm İngilizlerden özür diledi, bilmiyorum izleyebildiniz mi? Hakan’ın bunu yapabilecek moral güce sahip olmadığını biliyorum. O nedenle hataları nedeniyle özür dilemesini de beklemiyorum. Ama artık şu “kıskananlar çatlasın” teranesini de bırakması gerek. Sonra birisi çıkıp, “senin neyini kıskanayım” derse, mahcup olabilir…
Ayna gibi..
Bu turnuva birçok ders verdi hepimize. Sanki yüzümüze tutulmuş bir ayna gibi. Spor eleştirisi yapmayı bilmediğimiz ortaya çıktı… Öte yandan, eleştiriye tahammülsüzlüğümüzü bir kez daha test etme olanağı da bulduk. Sahadaki tek otorite hakemin kararlarına itiraz etme özelliğimizi gördük. Tıpkı Avrupa Birliği’ne girmek isteyip de onun kurallarına itiraz etmemiz gibiydi.
Politikacıların ortalığa dökülüp, bol keseden prim vaat etmeleri, Osmanlı’nın ulufe geleneğinin devletimizin üst kademelerinde hâlâ varlığını koruduğunu görmemizi sağladı.
Türk gibi başladık ve Türk gibi bitirdik…