RADİKAL

Bölgedeki rolümüz seyircilik mi?

Önce Sovyetler’in, sonra da Yugoslavya’nın dağılmasının ardından Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar olan geniş bir coğrafi alanda Türkiye’nin öncü bir rol oynayabileceğine ilişkin resmi görüş Kosova olayları ile birlikte ringe havlu atmış bulunuyor.

Kosova’ya NATO müdahalesi gündeme geldiğinde Başbakanımız bunun bir dünya savaşına yol açabileceğinden korktuğunu söyledi.
Daha sonra yine Başbakan’ın ağzından bölgedeki anlaşmazlıkların çözümü için Rusya’nın önemli bir rol oynayabileceği sözlerini işittik.
Başbakan Ecevit dün de ‘NATO’nun askeri anlamda işinin biraz zor olduğunu’ söyledi.
Başbakan’ın sözlerine bakınca insan sanki Türkiye NATO’nun eşit üyelerinden birisi değilmiş duygusuna kapılıyor.
Sanki bizim dışımızda bir NATO var ve bu NATO bizden bağımsız olarak bir harekât sürdürüyormuş gibi.. Sanki Türkiye, bölgedeki konumu ve tarihsel bağları bakımından bir başka NATO üyesi Yunanistan ile birlikte ‘seyirci’ sıfatıyla hareket ediyormuş gibi.
Yunanistan’ın pasif tutumunu anlamak biraz daha kolay. Bir yandan Sırplarla olan dini ve tarihsel bağları, diğer yandan NATO üyesi olması Yunanistan’ı bir açmaza sokmuş durumda.
Oysa Türkiye için durum tam tersi. Türkiye NATO üyesi olmasının da ötesinde bölgede zulme uğrayan halklarla ortak bir tarihi paylaşmanın yanında ciddi kan bağlarıyla da bağlı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünün bölgede yaşayan yakın akrabaları var. Bunlar olmasa bile bölgede işlenen insanlık suçlarına tepki duymamız ve üyesi olduğumuz ittifak içinde daha aktif ve belirleyici bir rol oynamamız gerekiyor.
Ancak bunlar nedense Türkiye’nin Kosova sorununda aktif bir rol oynamasını sağlamaya yetmiyor. Türkiye bölgede ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya kadar aktif olamıyor.
Bu durumun hükümetin ciddi bir zaafı olduğunu düşünüyorum.
Türk Kızılay’ı da hükümetin bu pasif tutumundan etkilenmiş gibi görünüyor. Bölgedeki en güçlü gönüllü yardım kuruluşu olmasına rağmen Kosovalı mülteciler için hiçbir şey yapılamıyor. Türkiye’nin ve Kızılay’ın altı kamyonluk ve iki uçaklık yardım malzemesi göndermenin de ötesinde fedakârlıklarda bulunması lazım.
Makedonya da, Arnavutluk da (görenler bilirler) kendileri zaten yardıma muhtaç durumda. Bu ülkelerin sayıları 200 bini geçen mültecilere yardımcı olabilmeleri mümkün değil. İnsanlar yağmurun altında açıkta ve bir parça ekmek bulamadan yaşam mücadelesi veriyorlar. Sırplardan kaçan bebekler, yaşlılar dünyanın ve bizim gözlerimiz önünde ölüyorlar.
Onlar orada ölürken bizim Kızılay’ın depolarındaki çadırlar, seyyar mutfaklar, seyyar hastaneler neyi bekliyor?
Karayoluyla Edirne’den mültecilerin yoğun olarak bulundukları Makedonya sınırına ulaşmak, Edirne’den Kars’a gitmekten çok daha kısa bir yolculuk gerektiriyor. İnsanlar burnumuzun dibinde, bağırsak sesimizi duyurabileceğimiz mesafede birileri ellerini çabuk tutmayı beceremediği için ölüp gidiyorlar.
Yeri gelince Türkiye’nin büyüklüğü konusunda esip savurmayı çok iyi biliyoruz ama gerçek bir büyük devlet gibi davranmayı bir türlü beceremiyoruz. Acaba bizim ‘büyüklük’ sözlerimiz bir halüsinasyondan mı ibaret?