Etrafımız bomba dolu
Bükreş’e gittiğinizde gördüğünüz ilk şey ‘o bina’ oluyor. İki tarafı ağaçlarla dolu bir parka benzeyen geniş, ama çok çok geniş bir bulvar ‘o bina’nın cümle kapısına doğru uzanıyor. Bulvarın hemen başında artık suları akmayan fıskiyelerle çevrili dev bir havuz var. Bulvar ile ‘o bina’ büyük bir meydan ile birbirine kavuşuyor. 0 ünlü meydan… Televizyonlardan naklen bir devrimin başlangıcına tanıklık ettiğimiz meydan bu.
Bina Romanya için çok şeyi simgeliyor. Ama özellikle de Çavuşesku dönemini. Dev mermer bloklarla kaplanmış, geniş merdivenli, yüksek tavanlı, ucu bucağı olmayan bir bina… Avrupa’nın en büyük binası. Pentagon’dan bile büyük olduğu söyleniyor, artık ne kadar doğru bilemiyorum. İçindeki salonlar ceviz lambrilerle kaplı. (Moskova, Bükreş, Sofya, Bişkek, Almatı… ve Ankara! Koyu bir devletçiliğin hüküm sürdüğü ülkelerin başkentlerindeki bu dev ‘devlet binalarının’ koca bir ormanı keserek ancak yapılabilecek lambrilerle kaplanmış olması sadece bir tesadüf mü?) Burası Çavuşesku’nun ‘Halk Sarayı’…
Çavuşesku bu binayı yapmak için koca bir ülkeyi açlığa mahkûm etmişti. Balkanlar’ın gıda deposu olan bir ülkede insanlar üzerindeki eti sıyrılmış bir tek kemik alabilmek için saatlerce kuyruklarda beklemek zorunda kaldılar. Çünkü satılabilecek her şey ihraç ediliyor ve elde edilen para bu binanın mermerlerine, lambrilerine harcanıyordu.
Kaderin cilvesi Çavuşesku bu binadan ‘halka hitap ederken’ kendisini önüne katıp sürükleyecek devrimin de kıvılcımını çaktı. Romanya’da konuştuğunuz insanlar Çavuşesku’nun ve Romanya komünizminin mahvına bu binanın yapılması hevesinin sebep olduğunu söylüyorlar.
Devrimden sonra Romanya’ya birkaç kez gittim. Her gittiğimde gördüğüm manzara daha korkunçtu.
Evet; demokrasi gelmiş, yüzlerce siyasi parti kurulmuştu ama halk her geçen gün daha fakirleşiyor, bir lokma ekmeğe muhtaç hale geliyordu.
Geçen hafta Bişkek’te otelde otururken bir televizyon programında Çavuşesku’nun mezarı başında toplanan, mum yakan insanları gördüm. Programın sunucusu Romanya’da ekonomik ve siyasi istikrarın bir türlü kurulamamasının ve yolsuzlukların halkı yeniden Çavuşesku’ya yönelttiğini anlatıyordu.
Eski Doğu Bloku’nda Macaristan ve Çek Cumhuriyeti dışında nereye gittiysem aynı şeye tanık oluyorum. Yolsuzluklarla soyulup soğana çevrilmiş insanlar eskiye giderek daha fazla özlem duyuyorlar. Kırgızistan’da da böyle, Rusya’da da, Ermenistan’da da, Kazakistan’da da, Romanya’da da, Bulgaristan’da da…
1992’den sonra Kırgızistan’a ilk gittiğimde herkes hayatından memnundu. Geleceğe umutla bakıyordu. Demokrasinin yerleşeceğini, herkesin daha iyi yaşayacağını düşünüyorlardı. Geçen haftaki son gidişimde yerli halktan kiminle konuştuysam aynı şeyi duydum: Burada gelecek yok, eskiden hiç olmazsa bir sistem vardı… Özellikle gençler. Ne iyi bir iş bulabilme umutları kalmış, ne de kötü giden şeylerin düzelebileceğine olan inançları. Çoğunun umudu Türkiye ya da Amerika’ya kapağı atabilmek. Dışardan bakanların Türkiye’yi bir umut olarak görebiliyor olmaları insanın garip şeyler hissetmesine yol açıyor. İstanbul onlar için sanki New York demek.
2000’li yıllara girerken bu ülkeler giderek patlamaya hazır bir bombaya dönüşüyor. Bu ülkelerin kalkınması için yapılan yardımların ülkelerin başına çöreklenmiş bir grup tarafından yağmalanması, yolsuzlukların hiçbir sınır tanımaz hale gelmesi, çok büyük kitlelerin gelecekle ilgili bütün umutlarını yitirmeleri sonucunu doğuruyor.
Ne yazık ki ‘reel politika’ bir kez daha geleceğe gözlerini kapamış durumda. Ve biz etrafımız patlamaya hazır bombalarla dolu bir coğrafyada yaşıyoruz. 21. yüzyılın ilk çeyreği korkarım bu ülkelerden kaynaklanan problemlerle yaşanacak.